2. Yerleşik hayata geçen ilk Türk
topluluğudur.Bu nedenle ilk Türk
mimarisinin eserlerini onlar vermişlerdir.18
harfli Uygur Alfabesi
kullanmışlardır.Maniheizm ve Budizm
inançlarını benimsemişlerdir.
Karabagasun ve Şine-uşi yazıtları, Yaratılış
ve Göç destanları Uygurlara aittir
3. Uygurlara ait metinler, üslûp ve hikâye ediş bakımından Göktürk
Yazıtlarına benzer. Ancak Kül Tigin ve Bilge Kağan Anttı’ndaki
yüksek heyecan, millî şuur ve lirizm Uygurlara ait yazıtlarda
yoktur.
Yenisey yazıtlarından hiçbirinin dikiliş tarihi belli değildir.
Taşlardaki yazının Göktürk Yazıtlarındaki kadar gelişmemiş oluşu;
bazı araştırıcıları, Yenisey Yazıtlarının daha eski olduğu fikrine
götürmüştür.
Uygur yazıtları çoğunlukla mezar taşı olarak dikilmiştir.
Bu taşların bazıları birkaç kelimelik, çoğu 5-10 satırlıktır.
İçlerinde 10 satırı geçenleri de vardır. Yenisey bengü taşları sade
ve abartısız bir dille yazılmıştır. Çoğunlukla yazıt sahibinin kendi
ağzından kısa özgeçmişi ve aile bireylerine, akrabalarına,
arkadaşlarına, hükümdarına, ülkesine ve milletine doyamadan bu
dünyadan ayrıldığını anlattığı yazıtlarda oldukça içten bir söyleyiş
vardır.
Uygurlara ait yazıtlardan ilki, Uygurların ikinci hükümdarı yunc
adına dikilmiştir. Moğolistan’ın Sine Usu gölü civarında bulunan
yazıt, Kutlug Bilge Kül ve Moyunçur devirlerinden bahsetmektedir.
Bu kitabe de dil ve yazı bakımından Göktürk Yazıtları’na
benzemektedir.
4. Uygurların ikinci devresinde ortaya konan eserlerde,
önemli değişiklikler görülür. Her şeyden önce Göktürk yazısı
bırakılmış, Soğd alfabesiyle eserler verilmiştir. Bunun sebebi
dindir. Manihaizm’in kabulüyle Maniheist olan Soğdların
yazısı alınmış, fakat Göktürk yazısı az da olsa kullanılmıştır.
İkinci bir sebep, 840 yılından sonra Uygurlar, yerleşik bir
medeniyete geçmişlerdir Bu dönemde dile yabancı kelimeler
girmiş ve dil yalınlığını kaybetmiştir. Bu devirde daha çok
Budizm ve Manihaizm dinlerine ait eserler ağır basmaktadır.
Bunlardan başka Aitun Yaruk ile İki Kardeş Hikâyesi, özel
bir değere sahiptir. Altun Yaruk’ta Budizm İnancının temel
kurallarından söz edilmektedir.
Turfan Türk Metinleri adlı eserin bunlar içinde ayrı bir yeri
vardır. Bilhassa 8. cüzde yer alan Sekiz Yükmek adını
taşıyan metin, kelime zenginliği bakımından dikkati
çekmektedir. Metinde açık bir ifade hâkimdir.
İslâmiyet’ten önceki Türk Edebiyatının örneklerini veren
Göktürk ve Uygur Yazıtları, şüphesiz sadece bunlar değildir.
Kullanılan dilin bir hayli işlenmiş edebî bir dil olması, çok
öncelerde Türk diliyle yazılmış eserlerin bulunması
gerektiğini düşündürmektedir.
5. Türeyiş Destanı:
Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk imparatorluğunun
Göktürkler'den sonraki halkası olan Uygur Türkleri, Türeyiş
Destanı ile soylannın yeryüzünde ilk görünüşlerini
anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında yaygın
bir inanış olarak beliren, soyun ilâhî bir kaynağa
bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.
Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile
olan çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar
açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki
unsuru olan kurt süsü, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt
Destanlarında özellikle ilâhileştirilmekle, neslin başlangıcı
ve sürekliliği bu ilâhî süse bağlanmaktadır.
Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç
kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimâlle, Göktürk-
Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük
Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip
meydana getirilmiş, daha dar bir çevrenin küçük çapta bir
yaradılış destanıdır.
6. Destan:
Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının
ikisi de bir birinden güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki
kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu
kızların insanlar için yaratıldığını söylüyorlardı.
Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan
uzak tutmanın yollanın aradı, ülkesinin en kuzey ucunda,
insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir
yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı.
Kızların ikisini de bu kuleye kapattı. Ondan sonra da aklınca
inandığı ilaha yalvarmağa, gelip kızlarıyla evlenmesi için
yakarmağa başladı. Öyle yalvarıyor, öyle yakarıyordu ki
sonunda bir gün. Hakanın kendi aklınca inandığı İlâh
dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun
Hakanının kızlarıyla evlendi.
Bu evlenmeden bir çok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz
Oğuz-On Uygur denildi. Çocukların hepsinin sesi Bozkurt
sesine benzedi. Yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu
taşıyarak çoğaldılar.
7. Göç Destanı
Uygurların yurdunda "Hulkun" isimli bir dağ vardı. Bu dağdan
Tuşla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir gece oradaki bir
ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi. iki ırmak arasında yaşayan
halk bunu dikkkatle izlediler. Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu,
ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi
yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları
büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu.
Ülke zengin halk mutlu oldu.
Çok zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hükümdar oldu.
Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigini
bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler , prensese
karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını
taşıyan dağı istediler. Gali Tigin dağı verdi. Çinliler dağı götürmek
için dağın etrafında ateş yaktılar, dağ kızınca üzerine sirke
döktüler. Ufak parçalara ayrılan dağı arabalara koyarak Çin'e
taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu
dağın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü.
Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda
kaldılar.Artık kuşlar bile uçarken "Göç Göç" diye ötüyorlardı.