SlideShare une entreprise Scribd logo
1  sur  36
Télécharger pour lire hors ligne
www.kuyruksuz.com

AVRUPA ĠLE ASYA ARASINDAKĠ ADAM
GAZĠ MUSTAFA KEMAL
I
Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır.
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ.
Baskı: ÇağdaĢ Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ġti.
Mart 2000
DAGOBERT VON MĠKUSCH
AVRUPA ĠLE ASYA ARASINDAKĠ ADAM
GAZĠ MUSTAFA KEMAL
I
Türkçesi: Esat Nermi Erendor
CGAZETESĠNĠN
OKURLARINA ARMAĞANIDIR.
Barındırıldı: www.kuyruksuz.com

KĠTAP ÜZERĠNE BĠRKAÇ SÖZ

Bu kitap sadece bir Atatürk biyografisi değildir. Atatürk'ün yaĢantısı ele alınırken, hem onun içinde
yaĢadığı Osmanlı Ġmparatorluğu, hem de bu imparatorlukla iliĢkileri olan diğer ülkeler, sosyal,
siyasal ve ekonomik açılardan inceleme konusu yapılmakta, böylece ortaya karĢılaĢtırmalı bir tarih
tablosu çıkmaktadır. Bu arada Atatürk'le ilgili çeĢitli olaylar anlatılırken, bunlarla Avrupa
tarihindeki benzerleri arasında karĢılaĢtırmalara yer verilmektedir. Burada yazarın, inceden inceye
yapılmıĢ gözlemlere dayanarak, özgün değerlendirmelere yönelen bilim adamı kiĢiliğiyle
karĢılaĢıyoruz.
Bu değerlendirmelerde göze çarpan bir özellik, yazarın Atatürk'ün kiĢiliğine ve eylemlerine
duyduğu derin ve içten hayranlıktır. Ne var ki bu hayranlık, Doğu edebiyatlarında örneklerine pek
çok rastlanan bir övgü, bir kaside biçiminde dile getirilmiyor. Olağanüstü nitelikte bir kiĢiliğin,
çağdaĢlarından nasıl farklılaĢtığı, gerçekçi ve akılcı tutumuyla kendisini olayların akıntısına
kaptırmayıp, aksine onların üstüne çıkmayı nasıl baĢardığı, her zaman nasıl hep haklı çıktığı
vurgulanıyor. Kitap, Türk okuyucusu için değil, Avrupalı okuyucu için yazılmıĢtır. Yazar bu
okuyucuya özellikle bir noktayı belirtmeye ayrıca özen gösteriyor. Bu da, Atatürk'ün nice
uğraĢlarla dolu hayatında, özellikle de KurtuluĢ SavaĢı'nda içinde bulunduğu elveriĢsiz koĢullardır.
Ġlk bakıĢta Avrupalının yadırgayacağı böylesi bir ortamda, Atatürk'ün baĢarılamaz denileni
baĢarmasının, kazanılmaz denilen savaĢları kazanmasının, yapılamaz denilen devrimleri
yapabilmesinin, asıl hayranlık duyulması gereken eylemler olduğunu belirtiyor. Ayrıca, uzağı
görebilen, çok geniĢ kapsamlı düĢünebilen bir büyük adamla, ancak önündekini görebilen,
alıĢılmıĢın dıĢında düĢünemeyen bir yığın küçük adamın yazgılarını birleĢtirmelerinden doğan
bunalımlar üstünde durulup, bunca olumsuz koĢula rağmen, Atatürk'ün bu bunalımlardan
sıyrılıĢlarında gösterdiği beceriye özellikle değiniliyor. O zaman, çağını aĢan bir önderin, kendi
insanlarını çağının düzeyine getirebilmek uğrunda verdiği zorlu savaĢ bir destan niteliğine
bürünüyor. Böylece Atatürk de, mutlu sonla biten bir trajedinin kahramanı olarak destanlaĢıyor.
Yazarın O'na duyduğu hayranlık, bu destanın dile getiriliĢindeki içten heyecanda kendisini
bulmaktadır. Burada da yazarın sanatçı kiĢiliğiyle karĢılaĢıyoruz.
Kitap, yer yer bir romanın sürükleyici havasına girmekte, baĢarılı betimlemelerle bütün bir çağ,
insanlarıyla, törelerile, olumlu-olumsuz yanlarıyla gözümüzün önüne serilmektedir. Çoktan tarihin
malı olmuĢ kiĢiler, geçmiĢin karanlıklarından çıkıp satırların arasında dolaĢıyor. Her milletten
politikacılar, askerler, hükümdarlar, serüven adamlardır bunlar. Kimine iyi diyoruz, kimine kötü;
kiminin davranıĢını olumlu buluyoruz, kimininkini olumsuz; kiminden hoĢlanıyoruz, kimine
öfkeleniyoruz; tıpkı bir romanda olduğu gibi. Bu kitapta tarih romanlaĢıyor. Burada da yazarın
romancı kiĢiliğiyle karĢılaĢıyoruz.
Ele aldığı konuyu derinlemesine ve iyi niyetli bir tutumla inceleyen: tarihe yön vermiĢ bir büyük
adama duyulan hayranlığa, bir destanın coĢkusu içinde okuyucuyu da ortak edebilmeyi baĢaran;
yakın tarihi hem Türklerin, hem diğer ülkelerin açısından ele alarak, olayların geliĢmesindeki
heyecanı bize verebilen bu kitabın, Türk okuyucusunun da büyük ilgisini çekeceğine inanıyoruz.

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Kitap ilkin 1929'da yayınlanmıĢ, daha sonra bir son bölüm eklenerek defalarca basılmıĢtır.
Ġngiltere, Fransa, Ġtalya ve Amerika'da yayınlanan bu eser, toplam yedi yabancı dile çevrilmiĢtir.
Esat Nermi Erendor

BĠRĠNCĠ BÖLÜM


1. TÖREN

''Çocukluğumdan silinmez bir berraklıkla hatırladığım tek yaĢantı okula baĢlamamam sorunuyla
ilgiliydi.'' Daha sonra reformlar gerçekleĢtirecek olan büyük devrimci böyle anlatıyor. ''Bu konuda
annemle babam farklı görüĢteydiler. Annem eski törelere, eski göreneklere göre yetiĢmiĢti ve
bütün varlığıyla sakin, yumuĢak, hiçbir Ģeyin sarsamadığı bir dindarlığa bağlıydı. Bundan dolayı da
benim sarıklı bir hocanın, katı Ġslam geleneğine göre dinsel öğretim yaptığı mahalle okuluna
gitmemi istiyordu. Bunu istemesinin bir nedeni de, böyle bir okula baĢlanırken gelenek gereği
dinsel bir törenin yapılmasıydı. Böylesi bir törenle o günü unutulmaz bir gün kılmak, bu Ģekilde de
çocuğa ailesiyle olan bağının ötesinde, artık ciddi yükümlülükler öngören büyük Müslüman
topluluğuna katıldığının bilincini aĢılamak amaçlanıyordu.
Buna karĢılık babam ileri görüĢlü bir adamdı, sarıklı takımından hoĢlanmazdı ve Batı'dan gelme
düĢüncelerin ateĢli bir yandaĢıydı. Bundan dolayı da arzusu beni, Kuran'ı değil de, yeni bilimleri
öğretimini temeli yapmıĢ laik bir okula vermekti.
GörüĢlerdeki bu çatıĢmadan küçük manevrayla sonunda galip çıkan babam oldu. GörünüĢte
annemin isteğine uyarına, benim alıĢılmıĢ dinsel törenle Fatma Molla Kadın din okuluna
gönderilmeme razı oldu.
Okula baĢlayacağım günün sabahı annem bana beyaz bir giysi giydirdi, baĢıma sırma iĢlemeli
bezden bir sarık sardı, elimde de yaldızlı bir dal tutuyordum. Az sonra hoca bütün öğrencileriyle
birlikte, yeĢile boyanmıĢ olan kapımızın önünde göründü; bir dua okundu, parmak uçlarımı
göğsüme ve alnıma götürerek annemin, babamın, hocanın önünde eğildim, hepsinin ellerini ayrı
ayrı öptüm. Yeni arkadaĢlarımın ''yaĢa'' diye bağrıĢmaları arasında, neĢeli bir alay Ģeklinde kentin
sokaklarından geçerek caminin yanında bulunan okula gittik. Buraya varılınca tekrar hep bir
ağızdan bir dua okundu; hoca beni elimden tutup duvarları çıplak, kubbeli bir salona götürdü,
burada bana Kuran'ın kutsal dünyasının kapıları açılacaktı.
Kısa bir süre sonra -tam olarak hatırlayamıyorum- babam beni pek fazla bir zorlukla karĢılaĢmadan
Fatma Molla Kadın okulundan çıkarıp, Avrupa modeline göre özel bir ilkokulu yöneten yaĢlı ġemsi
Efendi'ye götürdü. Annem memnundu, arzusu ne de olsa yerine gelmiĢti ve inancına saygı
gösterilmiĢti. Çünkü gönlünün isteği olan tören yapılmıĢ bulunuyordu.''
Bu çocukluk yaĢantısının o zamanlar -1880'de doğduğuna göre- yedi yaĢında bulunan Mustafa'yı
unutulmaz derecede etkilemiĢ olmasına ĢaĢmamalı. Kendi evinde yüz yüze gelip de babasının
zekice davranıĢıyla büyümesini önlediği bu zıtlık, daha sonra hep karĢısına çıkacak bir ana sorun
olacaktı. Eskinin yeniyle çatıĢması, böylesi bir ikiliğin oluĢtuğu dönemde doğmuĢ bulunanların
gözleri önünde hep somutlaĢmıĢ, sonra da kiĢiliklerinin oluĢumunda belirleyici bir etken olmuĢtur.
O günlerde Osmanlı Ġmparatorluğu kuĢkusuz henüz sarsılmıĢ durumda değildi. Büyük halk
yığınları, Mustafa'nın annesi gibi; Allah'ın takdir ettiği bu düzeni derin bir saygıyla benimsemiĢ
durumdaydı; padiĢahlarını da Allah'ın yeryüzündeki kutsal temsilcisi olarak görmekteydi. Din ve
hayat kesin bir birlik içindeydi; Tanrısal buyruklarla insanların koyduğu yasalar arasında hiçbir
çeliĢki yoktu; dünya nimetlerinden yoksun oluĢa ise sakin bir sabırla katlanılıyordu, çünkü bu
yoksulluk ilerde cennette her Ģeye sahip olunarak giderilecekti.
Aslında peygamberin yeĢil bayrağı altında, genellikle hiç de kötü yaĢanılmıyordu. Türk efendiydi,
ya da hiç değilse öyle olduğunu sanıyor ve savaĢların yükünü omuzluyordu. Askerlik hizmetine
alınmayan yerli Hristiyanlarla Yahudilerin iĢleri tıkırındaydı. Vergiler gerçi hem ağır, hem de
geliĢigüzeldi, ama vergi kaçırmanın da bin türlü yolu vardı. Yabancılar ise bir ayrıcalıklar ağının
koruması altında hemen bütün ticareti ellerinde tutuyorlar, gerektiğinde devlet kasasının eksiğini
bile tamamlıyorlardı. Bunlar ülkeye yalnızca Batı'nın mallarını ve kültür araçlarını getirmekle
kalmamıĢlar, onun huzursuzluğunu da taĢımıĢlardı.
***


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Yıl 1887, halifelik tahtında oturan Sultan Abdülhamit'tir; Osmanlı hanedanının uzun hükümdarlar
listesinde herhalde ehliyetsiz denilecek olanlardan biri değil. Çok sevilen bir padiĢah olan
Abdülmecit'in ikinci oğluydu; kader onu hiç umulmadık bir anda, biraz da ürkütücü biçimde en
yüksek iktidar makamına çıkarmıĢtı. Kendisinden önceki iki padiĢah, halk iradesinin sözcüsü
sayılan ulemanın desteğiyle giriĢilen darbelerle tahtlarından indirilmiĢlerdi.
Ġlkin amcası Abdülaziz'i indirmiĢlerdi (*); bu padiĢahın olağandıĢı hayallere dalan ruhu giderek
ölçüyü kaçırmıĢ, sonunda Tanrı'ya benzemek kuruntusu içinde dengesini yitirmiĢti. Tahttan
indirildikten sonraki günün sabahında, kendisini bilek damarları kesilmiĢ olarak yatağında ölü
buldular. Hekimler kurulu bunu intihar olarak açıkladı. Kamuoyu ise baĢka kanıdaydı.
Ondan sonra tahta çıkan V. Murat'ın durumu daha iyi olmadı. Aslında devleti yönetenler nazırlardı.
Bunlardan Abdülaziz'e karĢı darbeye katılmıĢ olanlardan ikisi, nazırlar kurulu toplantısındayken, öç
almak isteyen biri tarafından öldürüldü (*). Avrupa yakasındaki illerde ayaklanmalar sürüp
gidiyordu; Hristiyanlarla Müslümanlar birbirlerini boğazlamaktaydı; büyük devletlerin -o zamanki
adıyla düveli muazzamanın- filoları gözdağı vermek için hemen koĢup gelmiĢlerdi. Ġmparatorluk
parçalanmak üzereydi. V. Murat zayıf bünyeliydi, birkaç ay sonra iyileĢmeyecek derecede ruhsal
hastalığı bulunduğu gerekçesiyle, devleti yönetecek yetenekten yoksun olduğu ilân edilerek
tahttan indirildi. Bu önemli hastalığına iliĢkin rapor ise daha sonra alelacele düzenlettirildi. Küçük
kardeĢi Abdülhamit o zamanlar 34 yaĢındaydı; uzun boyu, vakur bakıĢlı iri gözleri, kudret belirtisi
kartal burnuyla gösteriĢli bir Ģehzadeydi; çok iyi ata biniyor, çok ustaca kılıç kullanıyordu; Sultan
Osman'ın kılıcını kuĢandığında bütün baĢkent onu Türk devletinin yenilikçi hükümdarı diye
alkıĢlayarak selâmladı.
Her iki padiĢahın da tahttan indirilmesinde, asıl yönlendirici kafa olan sadrazam Mithat PaĢa, tahta
çıkarken Abdülhamit'i ünlü ''1876 MeĢrutiyeti''ni ilân etmekle yükümlü kılmıĢtı. Zeki, enerjik bir
adam olan Mithat PaĢa son derecede baĢına buyruk ve haĢin mizaçlıydı; Türkiye'nin hızla
modernleĢtirilmesiyle Avrupa'da iyi izlenimler uyandırılacağı, böylece de ''Bosforun Hasta
Adamı''na yöneltilebilecek müdahaleler için her türlü bahanenin bertaraf edileceğini düĢünüyordu.
Ne var ki bu konuda çok acı hayal kırıklıklarına uğrayacaktı.
Tam iki yıl sonra Ruslar, Plevne'de Türklerin Ģanlı bir savunmayı gerçekleĢtirmelerine rağmen
Ġstanbul kapılarına dayandılar. Ġlgili büyük devletlerin birbirlerini çekememeleri sayesindedir ki,
Osmanlı Ġmparatorluğu kolunun, bacağının kesilmesiyle besbelli ölümüne neden olacak bir
ameliyattan kurtuldu; böylesi kurtuluĢu ilk kez oluyor değildi, son kez de olmayacaktı. 1878 Berlin
Kongresinde, Bismarck'ın çabasıyla, çıkmak üzere olan bir dünya savaĢı önlendi; Türkiye gerçi
Tuna boylarında birkaç ilini vermek zorunda kaldı, ama yine de her iki kıtadaki sınırları içinde
egemenlik durumunu zedelenmeden korudu.
Abdülhamit ilk saltanat yıllarının bu kötü deneyimlerinden kendi hesabına yararlanmayı bildi.
Mithat PaĢa, bir çeĢit saray nazırı gibi, hükümeti kendi bildiğince yönetmeyi düĢünürken, sürgüne
gitmek zorunda kaldı. Daha soluk almaya vakit bulamadan da, Sultan Abdülaziz'i öldürtmekle
suçlanarak hapse atıldı, çok kısa bir süre sonra da orda, tam anlamıyla açıklanamamıĢ bir Ģekilde
öldü.
PadiĢah hiç de küçümsenmeyecek bir adam olduğunu kısa zamanda gösterdi; ülke için ne
gerekiyorsa hepsini kendisinin daha iyi yapacağı kanısındaydı, bundan dolayı da bütün yönetimi
tek baĢına eline aldı. Kendi anlayıĢına göre doğru bildiği Ģeyler vardı, ancak bunlarda hep yanıldı;
daha doğrusu kaderini belirleyen kendisini aĢıp geçen tarihin akıĢı oldu. Fakat yine de
imparatorluğu zar zor da olsa otuz üç yıl daha ayakta tutmayı baĢardı.
Aslında o da reformlar istiyordu; devletin varlığını sürdürebilme kavgasında, değiĢen koĢullara
ayak uydurulması zorunluluğunu o da biliyordu. Fakat bu süreç ateĢli yenilikçilerin istediği gibi
değil, daha akıllıca, daha ılımlı bir tarzda ceryan etmeliydi. Yenilikçilerin zorlaması elbette göz
önünde tutulacaktı, fakat onlar bu tutumlarıyla ne yazık ki dıĢ tehlikeler karĢısında haklı kaygılara
yol açıyorlardı.
Hele meĢrutiyet... Müslüman halk yığınları için esrarengiz bir kelimeden, içeriği bulunmayan soyut
bir kavramdan baĢka Ģey değildi. Sorumlulukların bilincinde olarak kendi kendisini yönetme, yüzde
doksanı okuma yazma bilmeyen bir halka bir çırpıda benimsetilebilir miydi? Nitekim bir süre sonra
Jön Türklerin demokrasilerini ne kılığa soktukları ya da sokmak zorunda kaldıkları görülecektir.
Hayır, eski dayanakları fırlatıp atmazdan önce, yeni destek direklerinin konması gerekirdi. Reform
önce zihinlerde yapılmalıydı, sonra da bedenlerde. Eski Ġslami devlet yapısında bir
modernleĢtirmeye, bu zorunlu, fakat son derece rizikolu giriĢime kalkıĢmazdan önce, Avrupalıların

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

yanında çıraklık yapılmalı, becerileri inceden inceye öğrenilmeli, neyin gerekli olup neyin olmadığı
iyice anlaĢılmalıydı.
1876 Anayasası sessizce bir kenara kondu, parlamento toplantıya çağrılmadı. Abdülhamit'in
görüĢüne göre buna daha zaman vardı, Ģimdilik sırası değildi. Fakat bir yandan da gençliğe Batılı
düĢüncelerin kapılarını açan da o oldu, hiç değilse saltanatının ilk döneminde kafaların
yenilenmesi konusunda ileri görüĢlü davrandı. Laik okullar açıldı, buralarda Ġslâmî düĢünce
yapısına göze çarpacak derecede ters düĢen yeni bilimler öğretiliyordu. Batı üniversitelerine
gençler gönderildi, çok sayıda subay Avrupa ordularında eğitim gördü, yurtdıĢından öğretmenler
ve uzmanlar getirildi. Galatasaray'da, Türkiye'nin Oxford'u olan bu okulda, seçkin bir aydın
zümresi modern bilginin bütün olanaklarıyla yetiĢtirilmekteydi.
Ancak yurtiçindeki bu dönüĢüm ürünlerini verinceye kadar, komĢuların giderek artan baskısının da
gözden uzak tutulmaması gerekiyordu. Her an için daha güçlü olanların saldırısına uğranabilirdi.
Buna karĢılık yapılabilecek olan yalnızca sakıngan davranmak, kurnazca oyalamak, sözde
garantiler vermek, aldatma ve kandırma yollarına sapmaktı, yani güçsüz olanın savaĢ araçlarıydı.
Böylece Abdülhamit diplomatlık sanatının bir büyük ustası oldu. Tehlike bulutları toplanmaya
baĢlanır gibi olunca, her seferinde hasımlardan birini diğerine karĢı kıĢkırtmayı, sonra da her
ikisinin arasından bir tilki kurnazlığıyla sıyrılmayı baĢardı.
Ġmparatorluğun görkemli baĢkenti Ġstanbul'da, peygamber vekili sert, fakat giderek daha da kaygı
verici olan bir inatla -bu arada belli belirsiz vehimlere de kapılmıĢtı- atalarının büyük mirasını elinde
tutmak için çabalarken, ülkenin bir köĢesinde, üstelik dini bütün kimselerin arasında bir erkek
çocuk doğmuĢtu; bu çocuk bin yıllık halifelik tahtını devirmek ve son sultanı ülkeden kovmak
görevini üstlenecekti.
Küçük Mustafa'nın ailesi Selanik'in Türk mahallesinde ahĢap, dar bir evde oturmaktaydı; eskiliğin
gri pasıyla kaplı, her yanda görülen cinsten bir evdi bu. Pencereler sık kafeslerin arkasında
saklıdır, kapılar her zaman sımsıkı kapalı durur. DıĢardan kapının pirinç tokmağı çalınınca, gelen
kimseye ne istediğini sormak üzere, ilkin kapının yan tarafındaki dört köĢe gözetleme deliği
açılırdı; gelen bir erkekse evdeki kadınlara gözden kaybolmaları için vakit bırakılırdı. Daracık yollar
ve sokakcıklar düzensiz karmakarıĢıklıkları içinde, bir iĢe yaramaktan çok, bir tabloda yer almaya
daha elveriĢliydiler; bu yollarda gürültülü trafik yoktur, bağırıp çağırmalar yoktur, ses yoktur. Orda
burda belki oyun oynayan bir grup çocuğa rastlarsınız; bu ülkede gençliğin özelliği olan sessiz,
ağır baĢlı davranıĢlarıyla oyunlarına dalıp gitmiĢlerdir. Kimi sarıklı, kimi fesli adamlar ağır, ölçülü
adımlarla gelip geçerler; yapılacak her telaĢlı hareket âdeta onların vakarını zedeleyecek gibidir.
Kadınlar, karalara bürünmüĢ kadınlar, hepsini birbirine benzer kılan yaĢmaklar içinde, rahibeler
gibi giyinmiĢ olarak, çoğu kez ikiĢer ikiĢer, ürkek, hemen hiç ses çıkarmayan bir yürüyüĢle evlerin
önünden kayıp giderler. Her Ģey huzur dolu, âdeta mutlu ve biraz da uykulu bir sessizlikle
kaplanmıĢ gibidir; arada sırada çeĢit çeĢit sebzeler, meyveler ya da çiçekler satan bir satıcının,
Ģarkı söylercesine makamla uzun uzun haykırıĢı bu sessizliği yırtar. Bu adamlar sokak satıcılığı
iĢini, Ģiirimsi bir kılığa sokmasını, örneğin Ģeftalileri ev kadınlarının hoĢuna giden beyitler
okuyarak satmasını bilirler.
Mustafa, kendi içine kapanık, geleneklerine bağlı, böylesi dinginlikte bir dünyada büyüdü ve
baĢlangıçta hiçbir Ģey üstüne titrenilen bu güven ortamını bozmayacakmıĢ gibi görünüyordu.
Çağın huzursuzluklarından ancak pek azı, evlerinin sakin hayatını etkileyebilmekteydi. Burda evin
ekseni anneydi; her Ģeye canlılığı, sıcaklığı, iyiliği ve yumuĢaklığıyla yön veren oydu. O zamanların
Türk kadını, gelenek ve görenek gereği ailenin çerçevesi içinde yaĢardı. Evin dıĢındaki heyecanlar,
eğlenceler, hele erkeklerle bir araya gelmek ona yasaktı. Kocasının yakınlarına bile kendisini
gösteremezdi ve güneĢin batmasıyla birlikte sokaklarda, meydanlarda tek bir Müslüman kadına
rastlanamazdı.
Böylesi esrarlı bir tabuyla çevrili halde kadının yaĢayıĢı çok dar sınırlar içinde yoğunlaĢmıĢtı.
Kadın küçük, fakat tümüyle kendisine ait bir dünyada benliğini arıyor, bütün varlığını onunla
dolduruyordu. Ama bu sınırlı dünyanın içinde egemen olan da kendisiydi; ona hele anne olmuĢsa,
törensel bir huĢuyla derin saygı gösterilir, el sürülmez bir çeĢit kutsal hale etrafını kuĢatır ve onu
dıĢ dünyanın kaba gerçekleriyle yakın temasa geçmesinden korurdu. Dini inançla kutsallaĢtırılmıĢ
evlilik bağı ise bir bakıma özgürlük demekti. Böylesi bir bağ insanı bunaltmaz, aksine onu
yüceltirdi. Bu Ģekilde bir kenarda kalmak, gündelik hayatın dağdağasından uzakta durmak, kiĢinin
iç dünyasını geliĢtirmeye yarıyordu.


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Mustafa'nın annesi Zübeyde Hanım uzun süre Ġslâmiyetin katı çevresi içinde yaĢadı, dünyanın
sorunlarından pek az haberi oldu ve Avrupa'da adına eğitim denilen Ģeyden de uzak kaldı ne var ki
bu yüzden ne insanlığındaki yüksek hasletlerin zenginliğinde bir azalma olmuĢtu, ne de değerli ve
geçerli olan Ģeyleri ayırt etmede kafası daha az çalıĢmaktaydı. Onun kiĢiliğinden çevresine sürekli
sakin bir ıĢın yansıtmaktaydı. Kendi isteğiyle ilk bakıĢta çapraĢık görünen yollara sapmıĢ oğluna
hiçbir zaman engel olmamıĢ, kiĢisel arzularını dıĢa vurmamıĢ, kiĢiliğini geliĢtirmesinde oğlunu
serbest bırakmıĢ, çoğu kez de onu anlamaya gücü yetmemiĢti. Çok geçmeden de oğlu, anne için
tümüyle yabancı bir dünyanın içine dalmıĢtı. Anne ise kaygılarını ve tasalarını içine gömerek
kenarda kalmıĢtı. Bütün hayatı fedakârlık, feragat ve baĢkaları için yaĢamaktan ibaretti, ama belki
de özellikle bundan dolayı farkında olmadan oğlunu derinlemesine etkilemiĢ, ona tüm bilgilerden,
tüm becerilerden çok daha önemli olan tertemiz insani değerleri aĢılamıĢtı.
Daha sonraları en olmayacakmıĢ gibi görülen atılımlara kalkıĢmayı göze alabilen bir büyük ruhsal
enerjinin tükenmek bilmez kaynağı haline gelecek bu adamdaki kendine güven duygusu, özellikle
de benliğin bağlarından kurtulabilmesi, baĢkalarına yönelik özgeci tutumu, herhalde annesinden
ona geçmiĢ bir miras olsa gerektir.
Galiba oğul da bunu, annesine neler borçlu olduğunu biliyor ya da sezinliyordu. Çünkü annesi
yaĢadığı sürece ona, Türkiye gibi analara aĢırı değer vermenin gelenek olduğu bir ülkede bile her
zaman görülmeyecek derecede derin bir saygı ve sevgiyle bağlı kalmıĢtır. Bu da onun baĢkaca
duygulara, genellikle duygusallığa pek yer vermeyen karakterinin insancıl açıdan en sempatik
özelliklerinden biriydi.
Benliğindeki gerçekçi, uyanık, ileriye yönelik ve inançsız yanları da herhalde babasından almıĢ
olmalıdır. Ailenin kökeni hakkında pek az Ģey biliniyor. Mustafa'nın soyunun Küçükasya'nın iç
kesimlerinden Anadolulu köylüler olduğu ve pek uzak sayılmayan bir zamanda oradan Selanik'e
göç ettiği söyleniyor. Bu söylenti doğru olabilir. Daha sonraları devlete yön verecek bir adamda
bulunan aĢağılanmaya katlanmayan dikbaĢlılık, akıllıca kurnazlık, inatçı sebatkârlık gibi özellikler
genellikle Anadolu insanına özgü karakter belirtileridir. YaratılıĢtan basit insanın doğru
sözlülüğüne sahipti. Onun sarıĢın ve mavi gözlü olması da Anadolu kökenli oluĢuna karĢı ileri
sürülecek bir görüĢü destekleyecek nitelikte değildir. Siyah saçlı insanların yoğun olduğu Akdeniz
kıyılarından, Küçükasya'nın içerlerine, doğuya doru ne kadar çok gidilirse, sarıĢın tiplere de o
kadar sık rastlanır. Burada Güneydoğu Avrupa'nın özellikle de Yakındoğu'nun, yani asıl Türkiye
bölgesinin çok karmaĢık ırk sorununu ayrıntılı Ģekilde araĢtırmak gerekiyor; ne var ki bu bölgeye
çağlar boyu, o kadar çok halk üst üste gelmiĢ, birbirlerini öylesine etkilemiĢlerdir ki, ırk konusunda
doyurucu bir açıklama yapılması olanaksızlaĢmıĢtır.
Babası, Ali Rıza, bir subayın oğlu, önceleri gümrük memuru olarak çalıĢmıĢ, sonra da kereste
ticaretiyle uğraĢmaya baĢlamıĢ. Özgürlükçü düĢüncelerle aydınlanmıĢ olanlardan biri; Ġslâmî
devlet yapısının çürüklüğünü anlamıĢtı, imparatorlukta tepeden tırnağa köklü reformların yapılması
gerektiği kanısına varmıĢ olanlardandı. Ne var ki bu görüĢte olanlar Ģimdi, 70'li yılların geriye
dönüĢ ve hayal kırıklığı ortamında, ülkede sesleri çıkmayan bir zümre halindeydiler. Tevekkül
içinde umutlarını geleceğe bağlamıĢlar, böylesi bir görev için daha iyi hazırlanmıĢ, daha sonraki
nesillerin bu umutlarını gerçekleĢtirmesini beklemekteydiler. Yoksa babası ne diye biricik oğluna -
Mustafa'nın bir erkek kardeĢi çok küçükken ölmüĢ, sadece bir kız kardeĢi kalmıĢtı- yumuĢak bir
kararlılıkla esaslı, fakat yeniçağa özgü bir temel eğitimin yolunu açsın?
Bu ilk çocukluk yılları, küçük Mustafa için kısa süren bir mutluluk dönemi olmuĢ olmalıdır.
Güvenceyle dolu bir yuva, sevgiyle bağlanılmıĢ, bir tane ve her Ģey olduğu kolayca hissedilen bir
anne, kendisiyle oyunlar oynanabilecek küçük bir kız kardeĢ, okula gitmeyi eğlenceli kılan yaĢlı,
dost bir öğretmen. Sonra da baba, derin saygı beslenen ve akĢam eve geldiğinde, selâm niyetine
töre gereği eli öpülen bir baba. Onun yanında oturulmaz, onun yanında lafa karıĢılmaz. Eski görgü
kuralları katıydılar, ama bunların yavaĢ yavaĢ terk edilmesine yol açan yumuĢak bir hava da vardı.
Fakat baba ansızın öldü. Aile geçim bakımından zor durumda kalıverdi. Anne Selanik'teki evi
kapatarak, her iki çocuğuyla birlikte köye, kardeĢinin yanına taĢındı; kardeĢinin Selanik'ten at
yürüyüĢüyle iki saat uzaklıkta Langaza köyünde küçük bir çiftliği vardı. Küçük Mustafa burada
dayısının iĢine yarayabilirdi, öyle ya yeterince güçlü görünüyordu; kaygılanmaya hiç gerek yok,
dayısı Mustafa'yı iyi bir çiftçi yapardı, bu da bir adamı geçindiren bir meslekti.
Yani koyunları gütmek, ahırları temizlemek ve buna benzer basit, fakat sağlığa yararlı iĢler demekti
bu. Çocuğun hoĢuna gitmiĢti doğrusu. Okul, hep okul kalır ve burada açık havada yaĢamak,
daracık kentte yaĢamaktan çok daha güzeldir. BaĢlangıçta iĢler Mustafa'ya hiç de kolay gelmedi,

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

ama bu çeĢit çalıĢma adaleleri geliĢtiriyor, vücudu da çelikleĢtiriyordu. Çiftçi olacaktı, hem niye
olmasındı? Çiftçilik insanı kendi kendisinin efendisi yapar ve kimseye de boyun eğdirmezdi.
Küçük Mustafa'nın en hoĢlandığı uğraĢ, açık havada tarlaların ortasında oturup sürüyle gelen
kargaları ekinlerden uzak tutmaktı. BaĢlıca iĢi de buydu. Arada sırada küçük kız kardeĢinin de
yanına geldiği oluyordu, ama çoğu kez yalnız baĢına kalıyordu, saatlerce yalnız. O zaman insan
düĢünebilir, hayaller de kurabilir. Neyi düĢünürdü, nelerin hayalini kurardı? Ġnsanın kendisi de
bilmez bunu. Masmavi gökyüzüne bakarak, boz atmacaların daireler çize çize uçuĢunu seyre dalar,
düĢünceler de birbirini izler durur.
Ne var ki bu sırada anne, oğlu için sessizce baĢka bir gelecek kararlaĢtırmıĢtı.

2. ASKERĠ ÖĞRENCĠ

Köyde geçen bu iki yıllık çıraklık devresinden sonra, günün birinde Mustafa tarladaki bekçilik
nöbetinden eve çağrıldı. Annesi ona yeniden Selanik'de okula gidebileceğini söyledi; teyzelerinden
biri Mustafa'yı yanına alacağını bildirmiĢti. Okul ve üst baĢ için gerekli parayı ise anne biriktirmiĢ
bulunuyordu.
O günlerde çoğu kez üzgün görünen annenin Ģimdi dıĢa vuran neĢesi, hülyaları ve serbestliğiyle
avare saatlerin bitiĢini gidermek ister gibiydi. Kaldı ki Mustafa'nın kendisi de zaman zaman gizli bir
huzursuzluk, belli belirsiz sıkıntılar da duymamıĢ değildi; içindeki körleĢtirilmiĢ güçler
kıpırdanmaktaydılar.
Köyde bu zoraki kalıĢ on bir yaĢındaki çocuğa sağlık bakımından iyi gelmiĢti. Temiz hava ve
adalelerin sürekli iĢletilmesi vücudunu geliĢtirmiĢ ve direncini artırmıĢtı. Bu da ona tükenmek
bilmez enerjisini ve sinirlerinin çelik gibi sakinliğini sağlayacak bir zindelik sermayesi
oluĢturmuĢtu. Daha sonraki yıllarda baĢaracağı olağanüstü iĢler için, sahip bulunması zorunlu ilk
önkoĢullardı bunlar. Öte yandan nice zaman yalnız baĢına kalıĢı ona, belirli bir konuda uzun
uzadıya düĢünmek, kılı kırk yararcasına kafa yorabilmek gibi alıĢkanlıklar aĢılamıĢ, çevreden
soyutlanmak ve yalnız baĢına kalabilmek yatkınlığını güçlendirmiĢti.
ġimdi gittiği ortaokulda -burası da özelbir kuruluĢtu, o zamanlar Türkiye'de okula devam
zorunluluğu yoktu- çarçabuk kendini toparlamıĢtı. Öğrenmek ona güç gelmiyordu. Fakat fazla
gayretli bir öğrenci de değildi. Özsaygısına fazla duyarlı biçimde düĢkün oluĢu, kolayca parlayan,
içine kapanık mizacı öğretmenlerin her zaman sevgisini kazanmasını engelliyordu. Bu hali tam bir
yıl sora onu acıklı bir olayın içine sürükledi.
Aslında olayın nedeninde pek trajik bir taraf yoktu. Bir okul arkadaĢıyla kavgaya tutuĢmuĢ, bundan
da çocukların iki taraf olması sonucu tam bir meydan dövüĢü doğmuĢtu. Ne yazık ki o sırada
Kaymak Hafız dedikleri Arapça öğretmenleri koĢup gelmiĢti. Kabahatlı olduğu kanısına vardığı
Mustafa'yı yakalamıĢ, ona bütün sınıfın önünde bir ibret dersi vermiĢ ve bu ders Mustafa'nın
vücudunda kimi mor, kimi kahverengi değnek izleri bırakmıĢtı.
Mustafa kendi görüĢüne göre, haksız yere çarptırıldığı bu cezayı sessizce sineye çekmiĢti. Ama
sonra eve gelince, bir daha okula dönmeyeceğini bildirmiĢ ve bu kararından da dönmemiĢti.
Pekala, pek güzel, ama Ģimdi ne olacaktı? Mustafa'nın gittiği okula benzer, ikinci bir okul
Selanik'de yoktu; kalkıp baĢka bir kente gitmek için ise parasal durumları elveriĢli değildi. Yoksa
tekrar dayının Langaza'daki çiftliğine mi gidecekti? Hayır, Ģimdi bambaĢka plânları vardı
Mustafa'nın.
Bundan sonrasını kendisi Ģöyle anlatıyor: ''KomĢumuz bir BinbaĢı Kadri Bey vardı, oğlu Ahmet
askeri okula gidiyordu. Bu okulun öğrencileri güzel üniformalar giyiyorlardı ve ne zaman Ahmet'e
rastlasam kendisine gıpta ediyordum. Ayrıca sokaklarda da sık sık, süslü üniformaları içindi
subaylara da rastlıyordum, böylesine pırıl pırıl bir üniforma giyebilmek için subay olmam gerektiği
kanısına vardım''.
Zaman zaman bu arzusundan annesine de bahsetmek istedi. Fakat anne bunun sözünü bile
ettirmiyordu. Renkli kılığı olan her Ģeyden ürkmekteydi. Asker olmak, günün birinde belki de
savaĢa gitmek demekti, oysa tek bir oğlu vardı onun. BaĢka her Ģey olabilirdi oğlu, ama asker asla.
Ne var ki öfkeli Kaymak Hafız, istemediği halde yazgısını belirlemiĢti onun. Çünkü Ģimdi Mustafa
için iyi bir Ģeyler yapmaktan baĢka çıkar yol kalmamıĢtı. Ġnsan bir Ģeyi kafasına koymaya görsün,
eninde sonunda gerçekleĢtirir bunu.
Annesine ya da yakınlarından baĢka bir kimseye hiçbir Ģey sezdirmeden on iki yaĢındaki çocuk,
babasının bir arkadaĢına baĢvurup, aklına koyduğu iĢi yapması için onunu yardımını rica etti. Eski

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

bir asker olan bu adam, askerce istekleri anlayıĢla karĢıladı. Selanik'deki askeri okulun
yöneticileriyle görüĢüp, Mustafa'nın sınavlara sokulmasını sağladı; o da sınavı baĢarıp okula kabul
edildi.
Askeri okulların giderleri padiĢah tarafından karĢılanırdı. Böylece burdaki öğrencilerin
öğretimlerini sürdürmelerini adeta padiĢahın kendisi üstlenmiĢ gibi oluyordu; dolayısıyla da iĢin
Ģakaya gelir yanı yoktu. SerkeĢlik yapan ya da yeterince baĢarı gösteremeyen, nefer olarak orduya
gönderilir, orda yıllarca askerlik yapmak zorunda kalır, boğaz tokluğuna eğitim gördükten sonra,
belki astsubaylığa yükselebilirdi. BaĢının üstünde böylesi bir Demokles'in kılıcı asılı durunca,
insan boyun eğmeyi, her zaman doğru ve adaletli olmasa da kurallara uymayı öğreniverir; nefsine
egemen olmaya alıĢır, ancak sık sık içinden isyanetmek arzusuna da kapılır.
Genç Mustafa'nın en hoĢlandığı ders matematikti, nitekim çok geçmeden bu dersin parlak bir
öğrencisi oldu. Matematiğin hayaladen arınmıĢ, nesnel, apaçık oluĢu, onun gerçeklere yönelik
ruhuna uygun geliyordu. Burda sadece verilmiĢ nicelikler vardı, gerçekte var olan nicelikler; burda
kesin kararlar verilmesi gerekiyordu; ''olabilir'' ya da ''aĢağı yukarı'' sözlerine yer yoktu. Matematik
problemleri üzerinde ileri geri laf edilemezdi, onları çözümlemek gerekiyordu; küçük çapta bir
strateji iĢte. Özellikle de zorlukları çekiciydi. Ġlk bakıĢta durum muamma gibi görünüyorsa da,
çözümü de yine onun içinde saklıydı, yapılacak olan iĢ sadece bu çözümü bulup ortaya çıkarmaktı.
Bir ödevin üstüne ısrarla düĢmek, onun can alıcı noktasını bulmadan rahat etmemek, doğuĢtan kılı
kırk yarıcının mizacına göre Ģeylerdi biraz da.
Bu sağın bilim dalında bütün arkadaĢlarından daha ilerdeydi. Çok geçmeden matematik
öğretmeniyle aralarında dostça bir yakınlık kuruldu. Dünyanın kendisini tanıyacağı adı da bu
öğretmenden alacaktı. Öğretmenin de adı Mustafa'ydı, bu yüzden ''Böyle olmayacak bu'' dedi,
''aramızda bir fark olmalı, Onun için bundan böyle senin adın Kemal olsun!'' Bu adı siciline de
kaydettiler. Kemal yetkin demekti. Öğretmen ona bir çeĢit belleticilik görevi de verdi;
arkadaĢlarının ödevlerini denetleyecek, gerekirse konuyu bir defa daha açıklayacaktı. Böylesi bir
ayrıcalıklı yere geçmesi, ondaki kendine güven duygusunu daha da pekiĢtirmiĢti; bu Ģekilde ön
plâna çıkması, dürüst bir özeleĢtiri eğiliminden kaynaklanan aĢırı çekingen alçak gönüllülüğünden
sıyrılmasına yaramıĢtı.
Bu sırada ''Kemal'' gönül heyecanlarından da uzak kalmadı. On dört yaĢının coĢkusuyla komĢuları
olan bir genç kıza sevdalandı. KuĢkusuz kızla konuĢabilmiĢ değildi, onu sadece uzaktan
seyrediyor ve çevresinde pervane oluyordu. AkĢam üzerleri okuldan eve döner dönmez,
pantalonunu çarçabuk ütülettiriyor, sonra da arkadaĢlarıyla oynamak bahanesiyle hemen sokağa
fırlıyordu. Ancak oyun oynamak yerine, sevdiği kızın evi önünde bir aĢağı bir yukarı geziniyor, bu
dolaĢması mizacındaki inatçı sebatkârlık nedeniyle saatlerce sürüyordu. Belki de o taze güzellik,
kafeslerin ardından kendisini ona gösteriyor ve pantalonu bıçak gibi ütülü, vefalı Ģövalyesine kara
gözlerinin okĢayıcı bakıĢlarıyla teĢekkür ediyordu.
Ne var ki böyle küçük, gerçekten sevimli oyalanmalar, yeni adından övünç duyan delikanlının
basamak basamak yükselmesine engel olmadı. Burdaki alt sınıfları tamamlayanlar, ülkede pek az
bulunan demiryollarından biriyle Selanik'ten birkaç saatte gidilen, Makedonya'nın iç kesimindeki
Manastır'a, askeri liseye giderlerdi. O zamanlar Osmanlı Ġmparatorluğu geniĢ bir Ģerit halinde,
Adriyatik Denizine kadar bütün Balkan yarımadasını kaplamaktaydı.
Mustafa Kemal'in Manastır'a geldiği yıl, kent silâh Ģakırtıları ve savaĢ gürültüleriyle dolup
taĢıyordu; bunlar daha sonra kendisine hayatının uzun bir dönemi boyunca hep eĢlik edecek bir
melodinin henüz uzaklardan yankılanan ilk sesleriydi. Top arabalarının tok takırtılarının eĢlik ettiği
uzun asker dizileri caddelerden geçiyor, bu sırada padiĢahın sadık savaĢçıları Anadolu'daki
yurtlarının yanık havalarını söylüyorlardı. Türkler yine komĢularından birine karĢı cepheye
gitmekteydiler. Bu sefer kavga Girit Adası yüzünden çıkmıĢtı; Avrupa'daki dengenin koruyucuları
için baĢ ağrıtıcı sorunlardan biri olmuĢtu bu Girit. Yunanlılar bu adada milli ve hayati önemde
hakları olduğu kanısındaydılar, Türkiye de kendisine ait olan Ģeyi haklı olarak kendiliğinden
vermek istemiyordu. Yeryüzünün kodamanları ise -sık sık görüldüğü üzere- kesin bir çözüm
Ģeklinde görüĢ birliğine varamamıĢ ve iĢi oluruna bırakmıĢlardı.
Askeri fidanlıkta yetiĢmekte olan, geleceğin mareĢalları yanı baĢlarında ceryan eden savaĢı
kuĢkusuz büyük bir merakla izlemiĢler ve henüz yetersiz de olsa, uzmanlık dallarında kazanılmıĢ
bilgileriyle yaĢlı generallerin yürüttükleri harekât üzerinde ateĢli tartıĢmalar yapmıĢlardır.
Yurt sevgisiyle çarpan kalpleri hayal kırıklığına uğramayacaktı. 1897'de yapılan bu Teselya seferi,
uzun bir süre için son kez savaĢ Ģansının gülmesiyle, Türkiye için zaferle sonuçlanmıĢtı. Yunanlılar

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

sürekli geri çekilip, bir zamanlar tanrılarının oturduğu Olemp dağının karĢısında toplaĢmak
zorunda kalmıĢlar, çok geçmeden de solukları büsbütün tıkanmıĢtı. Ordularının komutası
Yunanistan'ın genç veliahdı Konstandin'deydi; o sırada az ötede, Manastır'da askeri öğrenci olan
biriyle, yirmi beĢ yıl sonra bu sefer kral olarak, kuĢkusuz en zorlu ve en son savaĢında boy
ölçüĢecekti. Manastır'daki öğrenci ise Ģimdi ikinci ya da birinci sınıftaydı. Bu dönemde herkesin
eğilimleri ve yetenekleri açıkça ortaya çıkmaktaydı; karakterler daha göze çarpar biçimde
birbirinden farklılaĢıyor, daha sonraki yılların erkeğinde kiĢiliğinin ilk çizgileri belirginleĢiyordu.
O zamanlar on sekiz yaĢlarında olan Mustafa Kemal'in nasıl bir izlenim uyandırdığını, en iyi Ģekilde
bir okul arkadaĢının ağzından öğreniyoruz: ''Her zaman bir kenarda kalırdı'' diye anlatıyor bu
arkadaĢı, ''kendi içine kapalı, sessiz durur ve kimseyle yakın arkadaĢlık kurmazdı. Fakat bu haline
rağmen asla nobran ya da aksi biri değildi, tersine güleryüzlüydü, yapmacıktan uzak bir
sıcakkanlılığı vardı. ĠĢin en garip yanı da Ģuydu: Kendisi hiç ortaya çıkmadığı halde, bizi hep o
yönetir, fakat bunu sezdirmezdi. Çok okurdu; okuduğu bir kitap üzerinde düĢünmesi ise, üç katı
daha fazla zamanını alırdı. Bir defasında ona ''Bizimle oynamıyorsun, her zaman uzakta
duruyorsun, ne düĢündüğünü de hiçbir zaman söylemiyorsun,nedir amacını senin?'' diye sorduk.
''Ben öyle sizler gibi olmak istimiyorum, ben bir Ģey olmak istiyorum cevabını vererek yürüyüp
gitti.''
Daha sonraları onu efsaneleĢtiren yazılar, portresini de abartlı biçimde çizmektedir. Kesinlikle
bilinen ise yeterince basittir: ArkadaĢları üzerinde etkili olan ve onların güvenini kazanan, yetenekli
bir öğrencidir; bir de kendi bildiği yolda gitmek niyetindedir.
Her zaman dostça davranan görünüĢünün ardında, kesin kararlılığını ve inatçı irade gücünü
saklayan, bu hemen anlaĢılmaz insanı arkadaĢları biraz yadırgamıĢ olmalıdırlar. Kendisini elbette
ki olduğundan büsbütün farklı biçimde değerlendirecek değillerdi. Zaten onun yüzünde, her zaman
görülen tiplerin birbirine rahatça karıĢan, temiz çizgileri, yumuĢak düpedüzlüğü yoktu. Benliği de
Doğulu insanlara özgü, yorgun melankoliden hiçbir belirti yansıtmıyordu; Ġslâmiyetin getirdiği
yiğitçe, insanca büyük, fakat yine de savaĢmadan, tevekkülle yazgıya boyun eğmek demek olan,
huzuru Tanrı'da aramak doğrultusunda da onda hiçbir eğilim yoktu. Onun karakteri daha çok eski
göçebe Türkleri hatırlatıyordu; gücünü yitirmeyen canlılığı, pervasız atılganlığı, sertliği ve
haĢinliğiyle dünyaya nam salmıĢ bu ırkın özellikleriydi.
Yılda bir defa tatillerde eve gidiliyordu. Fakat annesiyle arasına geçici bir soğukluk girmiĢti. Çünkü
Zübeyde Hanım Moralı Ragıp adında biriyle yeniden evlenmiĢti; kocası bütün servetini kaybetmiĢ
Moralı tanınmıĢ bir bey olan Abbas'ın oğullarındandı. Annesinin ikinci kez evlenmesini oğul bir
türlü hazmedememiĢti. Daha sonra bundan ''Ben anneme âĢıktım, annem de bana'' diye bahseder.
Üvey babasıyla asla konuĢmadı, onun için böyle biri mevcut değildi. Ne var ki annesi birkaç yıl
sonra yeniden dul kaldı.
Mustafa Kemal Selanik'de geçirdiği tatilde, frerler okulundaki bir Fransız rahibinden gizlice
Fransızca dersi aldı. Çünkü Fransızca öğretmeni, en çok matematikle ilgilenen bu öğrenciyi, kendi
dersinde daha az baĢarılı olduğundan azarlıyordu, bu azarlamalar da onun pek gücüne
gitmekteydi. Fransızca iyi bildiği tek yabancı dil olarak kaldı.
Bu dönemi anlatırken ''Manastır'da öğrenciler arasında genellikle canlı bir çabalama havası
yaygındı, herkes en baĢarılı kiĢi olmak istiyordu'' der. Bu da bilimin kaynakları uzun süre
kendilerine kapalı kalmıĢ bir gençliğin öğrenme açlığı, Batı'nın ileri atılımına bir an önce yetiĢmek
isteyen bir halkın ateĢli çabasıydı.
Böylece merdivenin basamakları birbiri ardından tırmanıldı. Sınavlar engelinin aĢılmasından sonra
Mustafa Kemal de, kendisine daha yüksek askeri bilgilerin kapısını açacak imzalı mühürlü
diplomayı aldı. Böylece ülkenin baĢkentinde bulunan savaĢ sanatı akademisine, ''Harbiye''ye geçti.
***
Yüzyılın sonlarında Ġstanbul'u eski Ģanlı geçmiĢini akĢam güneĢi aydınlatmaktaydı. Kent hâlâ
Pierre Loti'nin tasvir ettiği gibiydi: Ġnsanın gönlünü ferahlatan bu kent renkli, albenili, aynı
zamanda mistik bir büyüyle kaplıydı; karanlık sırlar, göze çarpan zıtlıklar, çeliĢkiler ve hızlı
değiĢimlerle doluydu. Görkem ve çöküntü burda yanyanadır: Yıkıntıların hemen yanı baĢında
pırıltılı mermerleriyle saraylar yükselir; gerçek güzelliğin huzur dolu ritmine, yalancı taĢların
cafcaflı parlaklığının akordu bozuk sesleri karıĢır.
Ortaçağ'la Yeniçağ birbirleriyle inatla karĢı dururlar. Önü açık, küçük dükkanında zanaatkâr
oturmuĢ, çömlekçi çarkını döndürmekte ya da eski Bizans'daki gibi bir bakır kaba çekiç
sallamaktadır, aynı anda onun biraz ötesinde en modern yolcu vapurlarından biri Altınboynuz'un

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

önündeki limanda demir atmaktadır. Tramvaylar sabahın erken saatlerinde, geceden kurulmuĢ ve
suçlu gömleği içinde bir biçarenin sallanıp durduğu bir darağacının önünden geçebilir.
Çok farklı görünümleri ve özellikleriyle her biri kendine özgü kentler olan semtler, yaĢama biçimleri
ve töreleriyle de birbirlerinden ayrılırlar: Ġki tarafını denizin kucakladığı yerde eski Ġstanbul
kurulmuĢtur, burası Türk bölgesidir: Bir tahta evler, labirentine camileri harikulade yapıların
gölgesi vurur; eğri büğrü, çarpık çurpuk bir yoldan ''Babıali'' çıkılır, bu caddenin en tepe
noktasında Harbiye Nezaretinin dört köĢeli ''Serasker Kulesi'', asker bir milletin alabildiğine
belirgin bir simgesi halinde yükselir; bu sırada bakıĢlarınız bir burnu yeĢil taraslar halinde,
maviliklerle çevrili kıyılara indiği, Sarayburnu doğrultusundaki ahenkli silüete takılır; bir zamanlar
sultanların oturduğu, içinde nice sırlar saklayan köĢkler buradadır, halifeliğin alameti peygamberin
kaftanı da burda muhafaza edilmektedir. Ötede, karĢı kıyıda, dolambaçlı yollarıyla eski Galata bir
yamaç üzerinde yükselir ve doğruca Yeniçağ kenti, Hıristiyanların ve yabancı elçiklerin kenti Pera
ile birleĢir. Doğu ve Batı, o zamanların bu iki ayrı dünyası burda Altınboynuz'da, onarımı bir türlü
bitmek bilmeyen Galata köprüsüyle, ünlü yaya köprüsüyle birbirine bağlanmıĢtır. O günlerde bu
köprüde renkli bir kalabalık itiĢip kakıĢır; Türkler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar,
Makedonyalılar, Kürtler, Suriyeliler, Çerkezler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Yezidîler,
Dürzîler, Maronîler, hilalin evrensel imparatorluğunu dolduran halklar, dinler ve ırklar mozaiğinin
canlı bir tablosunu meydana getirirlerdi.
Doğu'nun bu kozmopolit kentine ''Dersaadet'' diyorlardı, yani mutluluk kapısı; doğa bu beldeye
güzelliğin ve bereketin her türlüsünü bahĢetmiĢ, o da varlığını zenginlik ve bolluk içinde
sürdürmüĢtü, Ģimdi de kendisine sunulan nimetleri telaĢla toplayıp, bunların tadını daha hırslı
biçimde çıkarıyordu. Burda yükselmek için güvenli yollar; ille de çıkılması gereken, önceden
saptanmıĢ basamaklar yoktu. Herkese bütün olanaklar açıktı; açıkgöz olan, gözüpek olan, daha
çabuk saldıran kazanıyordu; sokakta avare dolaĢanın kucağına bir rastlanının, içi dolu bir kese
fırlatması da olmayacak iĢlerden değildi. Hayat sürüp giden bir serüvendi; talih de kör talih de
çoğu kez; bir gün ve bir geceden daha kısa zaman içinde tersine dönebiliyordu. Bugün yoksul
köĢesinde pinekleyen, yarın lütuflar güneĢinin parlak ıĢıklarıyla aydınlanabiliyordu. Önü sıra atlılar
giden gala arabası içinde, debdebeyle sokaklardan geçen, yıldızlı makam sahipleri birkaç saat
sonra kendilerini zindanda bulabiliyor, ya da Arabistan'ın bilmem hangi uzak köĢesine doğru
sürgün yolunu tutuyordu.
Avrupa kurnazlık Doğu'nun zevkleriyle birleĢmiĢti: Afyon, esrar, bunaltıcı mehtaplı gecelerde
hülyalara daldırtan uyuklamalar ve çeĢit çeĢit, farklı farklı kadınlar. Ancak burada baĢı örtülü
Müslüman kadınından elden geldiğince uzak durmak gerekiyordu, en azından gayrımüslim kimse
için bir zorunluluktu bu. Böyle bir gönül oyununun tehlikesi, gerçi onu daha da çekici kılabilir, ama
bu çekicilik insanın sırtına kolayca bir bıçak yemesiyle de sona erebilir, öte yandan kutsal yasayı
çiğnemiĢ sayılan kadın da bir daha çıkmamacasına Boğaz'ın sularında kaybolup gidecektir.
Mustafa Kemal, yirmi yaĢında subay adayıdır; bir taĢra yatılı okulunun kısır çevresinden bir büyük
kentin hareketli hayatına geçtiğini anlatmıĢtı. Kitaplar bir süre için kenara itildi, hayatında ilk kez
dünya nimetlerine dilediğince el atmanın tadını çıkaracaktı. Bir zamanlar pek gıpta etmiĢ olduğu o
gösteriĢli üniforması içinde, endamı yerinde bir delikanlıydı Ģimdi; pek uzun boylu değildi, fakat
geniĢ omuzlu, ince belli bir dar kalçalıydı; erkekçe terlemiĢ bıyıklarının uyarılarını hiçbir Ģekilde
engellemiyordu artık. Sofra kurulmuĢtu, iĢ sadece lokmaları atıĢtırmaya kalmıĢtı.
O da bunu yaptı, hem de her iĢinde her zaman görüldüğü tarzda, kusursuz, esaslı, etkili biçimde
yaptı. Kadın denilen varlığın esrarını keĢfetmeye uğraĢtı; böylece delikanlılık yıllarında acı çektiren,
rahat kaçırtan, kafasını kurcalayan sır ortadan kayboldu. Bu sırrı anlama hevesi ne var ki daha çok
nesnel, hatta yüzeysel plânda kaldı; çarçabuk giderilen kaçamak arzular, neĢeyle taçlanan saatler,
ayak bağı olmayan tadı çıkarılıp sonra da unutulan iliĢkilerdi bunlar.
Hepsi de dengesinde bir sarsıntı meydana getirmeden cereyan etmiĢti. Hiçbirinde insanı hayatın
gerçeklerinden uzaklaĢtıran romantik tasarımlar yoktu; giderek daha çok isteklerde bulunmaya
sürükleyen arzu galeyanları yoktu; ''acabalarla, fakatlarla tökezleyen tutuklular, duraksamalar
yoktu. Ġç dünyası sağlıklı, güçlü bir bünyenin, acılardan arınarak erkek olmak üzere deri
değiĢtirmesi süreciydi bu.
***
Gündelik hayat alanında bilgisini, görgüsünü böyle geliĢtirirken, kendisini daha ciddi, daha sürekli
uğraĢtıracak bazı Ģeyler de gözüne çarpmıĢtı. Ġnceden inceye akıl yürütme yetisine sahip bu çapta
bir insanın, ülkedeki durumun gittikçe kötüye gittiğini, imparatorluk binasında her köĢe bucağın

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

çatırdadığını farketmemesi olanaksızdı. ''Bosforun Hasta Adamı'' deyimi her bakımdan geçerli bir
slogandı artık; gerçekliği söz götürmez bu durum Avrupa hükümetlerince bir oldu bitti sayılıyordu.
Hastanın öleceği kesindi, fakat bunun daha ne kadar sürüncemede kalacağı yalnızca bir zaman
sorunuydu.
Bu arada harbiye öğrencisi -ilk zamanlar derslerinde gösterdiği ihmali, sömestr sonunda çarçabuk
telafi ederek- iki yılını geride bırakmıĢ ve kurmay sınıfı için seçilenler arasına girmiĢ bulunuyordu.
Böylece daha önce kıta hizmeti görmeden, doğrudan doğruya yüzbaĢı rütbesiyle orduya girmeye
aday olmuĢtu.
Harbiyenin üçüncü sınıfındayken, yurda iliĢkin konularla ilgilenmeye baĢladı. Çağının bunalımları
onu kendiliğinden fırtınalarla çalkalanan bu alana itmiĢti. Uzun zamandan beri bir genç Ģairler
kuĢağı yeni bir ideali yücelmiĢ bulunuyordu. Kendi milliyetini düĢünmek, Ġslamiyetin
skolastiğinden sıyrılmak, kendi ırkına aykırı düĢen Arap ve Fars klâsisizmini aĢmak, kısacası
Avrupa'dan son dalga olarak Doğu'ya ulaĢmıĢ bulunan milli bireyleĢtirmeyi benimsemekti bu ideal.
Siyasal açıdan ifadesini Jön Türkler hareketinin reform isteklerinde bulmaktaydı. Jön Türkler
hareketi ise XIX. yüzyılın 80'li yıllarında doğmuĢ, sonra XX. yüzyıla geçilirken durdurulamayan bir
coĢku durumuna gelmiĢ, özellikle de Türkiye'nin aydın kesimini sarmıĢtı. Jön Türkler'in istekleri
çağa uymayan mutlakiyet yönetiminin kaldırılması ve Batı demokrasileri modelinde bir anayasanın
kabul edilmesi konusunda yoğunlaĢıyordu. Yazılarla, konuĢmalarla düĢüncelerine yaygınlık
kazandırmaya çalıĢıyorlardı.
Özellikle Türklerde milli bilinci uyandırmak isteyen bu nitelikte yenilikçi yazılar, hükümetçe tehlikeli
sayılarak yasaklanmıĢtı; bu da onlarla daha da enine boyuna ilgilenilmesine neden oluyordu.
Ortalıkta bu kitaplar bulunmazdı, fakat çeĢitli yüksek okullarda elden ele dolaĢırdı; bunları
paltonun altına saklayıp içeri sokmak hiç de zor değildi. Geeleri yatakhanelerde kendi baĢlarına
kaldıkları zaman öğrenciler büyük bir Ģevkle bu kitaplara sarılıyorlardı.
Gençlik bunlarda kendilerine yeniden umut veren, iyimserlik kazandıran, karamsarlığın bozguncu
telkinlerini ve içlerine sinmiĢ umutsuzluğunu, insanı yücelten, coĢturan bir inanca dönüĢtüren bir
Ģeyler buluyordu. AteĢli mısraların Ģairi bunu sağlayanlardan biriydi. Tam anlamıyla milli Türk
eğilimini ilk yansıtan Ģairdi ve sürgündeyken vakitsiz ölmüĢtü.Onun özgürlük Ģarkısı devrimin
marĢı olmuĢtu.
Daha sonraları Mustafa Kemal ''Anlayamıyorduk bir türlü'' diye anlatır, ''böyle vatanseverce
kitapları okumamıza neden izin verilmediğini anlayamıyorduk. Anladığımız Ģey devlette bir Ģeylerin
aksadığıydı.''
O halde bir değiĢiklik gerekliydi, bunu sağlamak için de eyleme geçilmeliydi, kaskatı kesilmiĢ olan,
harekete getirmeli, Ģimdiki düzen yıkılmalıydı. Duygulardaki coĢkunluk tek baĢına eskinin
dayandığı direkleri sarsamazdı. Ortalığı bir ''örgütlenme'' sözü kaplamıĢtı; baĢkaldırma ruhu her
tarafta noktacıklar halinde billurlaĢmaktaydı. Bu çalkantıya yetiĢmekte olan kurmaylar da katıldılar,
var olan düzenin yıkılmasına çalıĢacak, vatan ve özgürlük için savaĢacak gizli bir dernek kurdular.
Derneğin bir de yürütme kurulu vardı, Mustafa Kemal de bu eylem kurulundaydı. Daha önceden
devrimci terminolojiyi çok iyi öğrenmiĢlerdir ve en önemli Ģeyin öncelikle propaganda olduğunu da
bilmektedirler. Bundan dolayı baĢlıca uğraĢları bir gazete çıkarmak oldu, sayfaları teker teker elle
yazılıp gizlice dağıtılan bir gazetedir bu. Böylesi bir uğraĢ arkadaĢlarınca takdir edilmelerinin yanı
sıra hoĢlandıkları bir çalıĢma da oluyordu. Bu Ģekilde politika sanatında gerekli Ģeylere alıĢıklık
kazanıyorlar, henüz biraz karmaĢık olan düĢüncelerini açık ve kesin biçimler halinde ifade etmeyi
öğreniyorlardı. En çok çalıĢanlardan biri de Kemal'di; zaman zaman Namık Kemal tarzında bir Ģiirle
katkıda bulunduğu da oluyordu.
ġiirle ilk tanıĢıklığını, daha önceleri Manastırdayken yapmıĢtı. Bunu ''Son sınıftayken, daha sonra
Ģair olan Ömer Naci bizim okula geldi'' diye anlatır. ''Bu Ömer Naci askerliğe uyum göstermediği
için Bursa Askeri Lisesi'nden uzaklaĢtırılmıĢtı. Benden okumak üzere kitaplar istedi. Kitaplarımın
hepsini kendisine getirdim, bular çoğunlukla içeriği tarih olan eserlerdi. Ne var ki Ömer Naci, bu
kitapların hiçbir değeri olmadığını söyledi, okumak zahmetine bile katlanmadı, küçümseyen bir
edayla hepsini bir kenara itti. Bu olay beni derinlemesine etkilemiĢti; ilk defadır ki Ģiir sanatı ve
edebiyatı gibi bir Ģeyler olduğunu görüyordum, bu konuyla yakından uğraĢmaya karar verdim.
Fakat öğretmenlerimden biri, Ģiire merak sarmam konusunda beni uyardı, ''Ģiir seni askerlik
mesleğinden uzaklaĢtırır'' dedi. Bunu ben de farketmiĢtim. Ondan sonra gerçek merakım güzel
konuĢma ve yazmaya olmuĢtur.''


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Güzel kavramının kapsamına giren konularla iliĢkisi her zaman pratik amaçlı olarak kalmıĢtır:
Topluluğa hitap etme sanatı, ifadede akıcılık ve çekicilik sağlama, yani günün birinde
kullanılabileceği sezilen Ģeyler. ġiiri de belirli amaçlar için kullandılar, politikanı hizmetinde
duyguları coĢturan bir propaganda aracı oldu. Hitabet alanında kendilerini daha da iyi
yetiĢtirebilmek için, öğleden sonraki teneffüslerde güzel konuĢma egzersizleri yapıyorlardı.
Ellerine bir saat alıp, herhangi bir konu hakkında konuĢuyorlardı; saptanan süre içinde baĢlıca
noktaların ayrıntılı ve etkili biçimde dile getirilmesi zorunluydu.
Fakat bu gizli dernek, çevreye açılma çabaları nedeniyle elbette ki sürekli gözden uzak kalamazdı.
Okul arkadaĢları arasında da böyle komploları, askerlik sadakatıyla bağdaĢtıramayan kimseler
vardı. Böyle konularda, her zaman insanın genellikle önemli kazançlar elde ettiği, aĢağılık
ispiyonculuğun ille de bulunması gerekmez. Haber vermeyi hiçbir çıkar düĢünmeden yapacak
insanlar da bulunur. Her ne Ģekilde olursa olsun, üst makamların kulağına bir Ģeyler çalınmıĢtı;
hem de haberdar olan, duymasını hiç istemedikleri, kendisinden çok korkulan bir adamdı, askeri
okulların genel müfettiĢi Ġsmail PaĢaydı. Katı bir dindar ve -her zaman temiz olmasa dahi, gayret
belirtisi her hizmeti en zengin ihsanlarla ödüllendiren- padiĢahın sadık bendesi olan Ġsmali PaĢa,
harbiyenin komutanı Rıza PaĢayı çağırtıp, kendisini öğrendikleri hakkında sorguya çekti. Rıza PaĢa
gizli bri komplodan hiç haberi olmadığını ve buna benzer herhangi bir Ģeyi de farketmediğini
söyledi. Bunun üzerine genel müfettiĢ pek de haksız olmayarak ''Eğer gözlerinin önünde cereyan
eden Ģeyi görmüyorsan okulu yönetmeye de ehil değilsin'' diye karĢılık verdi. ''Bundan sonra daha
dikkatli ol!''
Rıza PaĢa gerçekten hiçbir Ģey görmemiĢ olabilir, zira kendisi de içinden gençlerden yana
olduğundan, iki gözünü kapalı tutmaktaydı. Fakat hiç değilse bir sefer ''herhangi bir Ģey
farketmemezlik'' yapmaması gerekiyordu.
Bir gün dernek üyeleri, günlük programda öngörülen derslerini yapacakları yerde, gazeteleri için
harıl harıl makalaler hazırlamak uğraĢı içindeydiler. Sınıfın kapısını kapatmıĢlar, dıĢarıya bir de
gözcü koymuĢlardı. Aksilik bu yana birden koridordu Rıza PaĢa görünüverdi, gözcünün tehlike
iĢaretini vermesine vakit bırakmadan içeri girdi ve bütün ekibi suçüstü yakaladı. Ancak PaĢa etrafa
yayılmıĢ yazıları görmemiĢ gibi davranarak, sadece birkaç ders sırasında baĢka Ģeylerle
uğraĢıyorlardı.'' Rıza PaĢa'nın koruyuu kanadı sayesinde, bu son yıl bir kazaya uğranmadan
tamamlandı. Ve Mustafa Kemal büyük bitirme sınavını baĢararak, 23 yaĢında yüzbaĢılık beratını
cebine koydu.
Orduyu katılıncaya kadar, genellikle birkaç hafta beklenirdi. Subaylar bu süreden, gizli dernek
çalıĢmalarını bir kat daha gayretle sürdürmek amacıyla, yararlanmak istediler. ArkadaĢlarından
birinin adına küçük bir konut tuttular, kirasını ortaklaĢa ödeyeceklerdi, burayı örgütün merkezi ve
yürütme kurulunun toplama yeri yaptılar. Aynı zamanda Ģimdi daha da büyüttükleri gazete burda
hazırlanacak ve burası gizli buluĢmalar için de kullanılacaktı.
Ne var ki Ġsmali PaĢa gençlerini tanıyordu. Onların komplo hazırlamaktan vazgeçmeyeceklerini de
biliyordu; sadece sağlam kanıtlar elde etmek için fırsat kollamaktaydı, fakat çok sıkı gözetlettirdiği
halde bu fırsatı bir türlü yakalayamıyordu.
Aradan bir süre geçmiĢti ki, Fethi Bey adında eski bir okul arkadaĢları yanlarına geldi; gençler
onun ordudan atılmıĢ biri olduğunu biliyorlardı. Bu Fethi Bey çok zor durumda bulunduğunu,
parasız, evsiz ve bir lokma ekmeğe muhtaç kaldığını anlattı; gizli derneğe katılmak ve birlikte
çalıĢmak istediğini söyledi. KarĢılığında bütün istediği, kendisine barınacak bir yerin verilmesi, bir
de karnının doyurulmasıydı. Dernekteki gençler, aralarına bir kiĢinin daha katılamsına sevindiler;
kiraladıkları yer nasıl olsa boĢ duruyordu, zor durumdaki arkadaĢları pekala orada kalabilirdi, hem
birinin evde sürekli kalması daha az göze batardı.
Örgüte yeni alınan Fethi Bey çalıĢmalara Ģevkle katıldı ve hayli de yararlı olmaya baĢladı. çok
geçmeden de bir yandaĢ daha bulduğunu bildirdi. Gençler asıl merkezlerinin yerini baĢlanıgçta
belli etmemek için, göze batmayan bir yerde, Galata köprüsünün yakınlarında, sapa bir kahvede
toplanılmasını kararlaĢtırdılar. Fethi Bey yeni arkadaĢı oraya getirecek, dernek üyeleri de onu
uzaktan inceleyeceklerdi.
Üyeler kararlaĢtırılan yerde bir araya geldiler. Az sonra da Fethi Bey yanında, sözde yeni yandaĢ
olduğu halde göründü. Ne yazık ki bu gelen yeni yandaĢ, Ġsmail PaĢanın yaverinden baĢkası
değildi, yanında bir sürü de jandarma getirmiĢ ve onları giriĢ kapısının önüne sessizce
yerleĢtirmiĢti. Kendi ayaklarıyla güzelce bir araya gelmiĢ bulunan bütün dernek üyeleri


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

hapishaneye götürüldü ve ayrı ayrı hücrelere kapatıldı, orada her biri baĢına gelecekleri rahat rahat
düĢünebilirdi.




3. SÜRGÜN

BaĢkentin hemen yanı baĢında, Boğazın Avrupa yakasının yemyeĢil bayırlar halinde ıssız tepelere
doğru yükseldiği ve bir yandan yakınlardaki Pera'yı, daha ötelerde alabildiğine yayılmıĢ Ġstanbul'u,
Asya yakasında da selvilerle kuĢalı Üsküdar'ı gören bir yere, Sultan Abdülhamit hükümdarlık
merkezini kurdurmuĢtu.
Burası Yıldız Sarayıdır, baĢlı baĢına bir evrendir. Binaları, köĢkleri, küçük saraylarıyla koca bir
kent, üç ayrı sur çemberiyle kuĢalı, yüksek ağaçlarla kaplı bir park içine saklanmıĢ taĢ ve
mermerden bir ordugâhtır. Sarayın bütün memurları, subayları ve hizmetkârları aileleriyle birlikte,
burada dıĢ dünyayla iliĢkilerini kesmiĢ olarak oturmakta, ancak padiĢahın özel izniyle saray
bölgesinden dıĢarı çıkabilmektedir. Mağazalar, tamirhaneler, mandıralar, bostanlar, silâhhaneler, -
Abdülhamit hayvanlara düĢkün olduğundan- yüzlerce cins atı barındıran ahırlar, manej alanları,
hazinelerle dolu mahzenler, bir müze, bir rasathane bu esrarlı surların arkasında saklıydı. Yalnız
sekiz yüz aĢçı saray halkı için iĢbaĢındaydı.
Ve o da, Allahın yeryüzündeki bölgesi de gönüllü bir mahpus gibi, bu altın kafesin içinde
oturmaktaydı; neredeyse otuz yıl olacak bir hükümdarlık döneminden sonra, Ģimdi erken
ihtiyarlamıĢ bir adamdı. Uzun boylu levent vücudu eğrilmiĢ, yorgunluktan çökmüĢtü.
Resmi kabullerde beyaz güderi eldivenler geçirdiği dikkati çekecek derecede küçük elleriyle Sultan
Osman'ın kılıcına dayanıyor, o zaman da kılıcın kabzası çenesinin altına kadar geliyordu. Soyluluk
belirtisi kartal burnu Ģimdi bir akbaba gagası gibi, kupkuru yüzünden dıĢarı fırlak hale gelmiĢti;
kınalanmıĢ çember sakalının çevrelediği kafası olduğundan daha büyük, daha heybetli
görünüyordu. Gençlik yıllarının ciddi bakıĢlı, iri gözleri Ģimdi çukurlarına gömülmüĢtü; bakıĢları bir
Ģeyler kolluyormuĢçasına huzursuz, kuĢkulu olmuĢtu; geniĢ ağzındaki donuk sevimli gülümseyiĢ,
artık görünüĢünün sıkıntılı kasvetini ıĢıklandıramıyordu.
Hâlâ Avrupa'nın en Ģeytan diplomatlarıyla boy ölçüĢebilmekteydi; hasımını pes ettirmek ve kukla
gibi oynatmak konusunda bütün hileleri, bütün dolapları biliyordu, ama bütün bunlar alt tarafı
sadece birer oyalamadan, adım adım geri çekilmek zorunda kalınan sonu gelmez bir savunmanın
yıpratma oyunlarından baĢka Ģey değildiler. Avrupa illerinin bir kısmını, ayrıca Mısır'ı ve Tunus'u
kaybetmiĢti; Fransızlar Fas'a yerleĢmeye baĢlamıĢlardı; Avusturya, Balkanlar'da ilerliyordu; Rus
devi Panslavizmin tüm ağırlığıyla habire bastırmaktaydı. Muzaffer Hristiyanlık Müslüman
dünyasının mülkünü elinden alıyordu.
Zamana karĢı cephe alan, onu durdurmaya kalkıĢanın elinde iyilik kötülüğe dönüĢür, en temiz niyet
felâketle sonuçlanır. Abdülhamit elbette ki ülkesini kurtarmak istedi, fakat özellikle de bu yüzden
türlü tehlikeleri baĢına sardı. -Daha sonraları anlaĢılacağı üzere- doğru bir teĢhisle, ancak katı bir
otokratik yönetimin Osmanlı Ġmparatorluğunu daha fazla parçalanmaktan koruyacağı kanısındaydı.
Fakat bilgece monarĢi yönetimi, koĢulların baskısıyla zorbaca bir despotluğa; belki de zorunlu olan
diktatörlük, dayanılmaz bir zalimliğe; iyi niyetle baĢlayan her Ģeyi göz altında bulundurma çabası,
her özgür, her kendiliğinden kıpırdanıĢı önleyen, her giriĢimi kötürümleĢtiren bir basınç halinde
ülkenin üzerine çöken bir vesayet düzenine dönüĢmüĢtü.
Her Ģeyi tek merkezden yönetme sistemi, en aĢırı bir kararlılıkla uygulanmıĢtı. Ġmparatorluk
yönetiminin bütün iplerinin ucu Yıldız köĢkünde toplanmıĢtı; memurlar onun iradesini uygulayan
organlar olmuĢlardı. Bu da elçinin raporunda yazdığı gibi ''PadiĢahın iradesi olmaksızın koca
imparatorluğun içinde bir taĢ bile yere düĢemez'' demekti.
Batı'dan gelen milliyetçilik düĢüncesi, çeĢitli halkları birleĢtiren bir devlet bağı için zehirdi. Bu
düĢünce ilkin imparatorluğun temellerini saracak, sonra büyüyüp bağlama yerlerini kaplayacak,
arkasından da -ilerde görüleceği üzere- bütün yapıyı çökertecektir. Bu da Abdülhamit'in tam bir
bağnazlıkla niçin milliyetçiliğe karĢı çıktığını, vatan etiketi taĢıyan her Ģeyi niçin zihinlerden silmek
istediğini ve niçin vatan sözünün ağıza alınmasını bile yasakladığını açıklar. Jön Türklere
düĢmanlığı, onların eğilimini acımasızca kovuĢturması da bu yüzdendir. Avrupa kökenli milliyet
kavramına karĢı Abdülhamit, Ġslâmiyetin kaynaĢtırıcı-birleĢtirici düĢüncesini çıkarıyordu. Bu

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

düĢünceye yeniden canlılık kazandırmak, artık iyice hızı kesilmiĢ bu harekete yeni bir atılım ruhu
vermek yollarını arıyordu. Büyük Hicaz demiryolu giriĢimi yalnızca bu amaca yönelikti. Daha kolay
bağlantı, daha iyi taĢıma olanağı, Müslüman dünyasının dört bir yanından hacı kafilelerini kutsal
kentlere -Mekke ile Medine'ye- götürecek, böylece insan yığınlarının oraya rahatça akması, onların
hepsini birleĢmiĢ bir Ġslâmiyetin gücü konusunda bilinçlendirecekti.
Bu savunmada, bu artık elde tutulamaz hale gelmiĢ olanın korunması için bütün güçlerin bir
noktada yoğunlaĢtırılması gereken durumda, yapılması zorunlu Ģeyler yapılmadan kaldı. Artık
geciktirilmemesi gereken reformlar, içinde bulunulan zamanın isterlerine, ılımlı nitelikte uygun
düĢeceği düĢünülmüĢ reformlar tümüyle durdu. Bu alanda da aslında iyi olan Ģey tersine bir
duruma dönüĢmüĢtü. Yeni bilimleri öğreten okullar açılmıĢ, Ģimdi ise bu okulların yarattığı yeni ruh
tehlikeli olmuĢ ve onu baskı altına almak zorunda kalınmıĢtı. Ordunun yeni baĢtan düzenlenmesine
baĢlanmıĢ, fakat ülkeye çağrılan eğitim uzmanları hiçbir iĢ yapamaz hale sokulmuĢ, bunların
çalıĢmaları -pek az istisnayla- çıkmaz yollara saptırılmıĢtı. Eğitim amacıyla yabancı ordulara
gönderilmiĢ subayların öğrendiklerini değerlendirmelerine izin verilmiyor ve dönüĢlerinden sonra
da hepsi imparatorluğun ücra bölgelerine sürgün ediliyordu. Bir donanma meydana getirilmiĢ,
sonra bu donanma limanlarda paslanmaya terk edilmiĢti; gemilerin denize açılması, Avrupa'yla
yakın temasa geçilmesine yol açabilirdi. Oysa Batılı düĢüncelerin ülkeye girebileceği bütün kapılar
sımsıkı kapatılmalı, bütün delikler tıkanmalıydı.
Herhalde padiĢah da yüreğinin derinliklerinde bütün bu çabaların boĢuna olduğunu, düĢüncelere
karĢı savaĢta her zaman güçsüz kalacağını sezmiĢ olmalıdır. Bu güçsüzlük duygusunun giderek
büyümesi, mizacındaki kuĢkulanma eğilimini yıllar geçtikçe patalojik bir evham haline sokmuĢtu.
Bunalan ruhunda bir patlama olmasından kaygılanması, peĢini bir türlü bırakmayan bir korkuya
dönüĢmüĢ, yüreğini karartmıĢ, kendisinde bulunan üstün zekâ, beceriklilik ve yorulmak bilmez
çalıĢma gücü gibi yüksek yetilerini sekteye uğratmıĢtı.
Ġki padiĢahtan sonra tahta çıkıĢı sırasındaki koĢullar, içinde silinmez izler bırakmıĢtı. Gözden
düĢen ya da kamuoyuyla çatıĢan hükümdarı bertaraf etmek, Osmanlı Ġmparatorluğu'nda öteden
beri yapılagelen bir iĢti. Niye ona da benzeri bir yazgı hazırlanmasındı? Nitekim bazı sabahlar Yıldız
KöĢkünün duvarlarına geceden Jön Türklerin yapıĢtırdığı yaftalar bulunuyordu, bunlarda
Abdülhamit'in tahttan indirilmesi isteniyor, eğer kısa zamanda bu yapılmazsa, kendisinin
öldürüleceği bildiriliyordu. Bu kadar iyi korunan sarayının ulaĢılmaz inzivası içinde dahi, onun
böyle rahat yüzü görmemesine ĢaĢmamak gerekir. Her gece yatak odasını değiĢtiriyordu, yatağı da
hiçbir zaman aynı yerde durmuyordu; ancak birkaç yakını sarayın karmaĢık labirenti içinde
padiĢahın nerede bulunduğunu bilirdi. Yemekler kendisine mutlaka kapalı ve mühürlü kaplar içinde
getirilirdi; yemeklere de ilkin yanındakilere tattırdıktan sonra el sürerdi. Ondaki bir suikasta
uğramak korkusu bazen gülünç durumlara da yol açıyordu. Bir defasında, biraz deliĢmen ve Jön
Türk yanlısı tanınan Fuat PaĢa huzura çıkmıĢtı. Töre gereği üç defa eğilerek padiĢaha yaklaĢırken,
ayağı kılıcına takılıp öne doğru tökezlemiĢ; bunu bir saldırı sanan padiĢah, yanından hiç eksik
etmediği tabancasını çektiği gibi ateĢ etmiĢ, bereket versin paĢa ciddi Ģekilde yaralanmamıĢtı.
Münzevi hükümdar her Ģeyden ve herkesten kuĢkulanıyordu, bunda da pek haksız değildi, çünkü
hasımları kollarını en yüksek mevkilere kadar uzatmıĢ bulunuyorlardı. Ne var ki hiçbir tehdit, -bir
cuma selamlığı töreninde atılan gibi- hiçbir bombalı suikast giriĢimi ve kendi hayatı hakkında
duyduğu sürekli kaygılar onu yolundan döndüremiyor, aksine aynı doğrultuda daha inatla, daha
sebatla, daha ısrarla yürümesine neden oluyordu.
Her alanda gözetim, denetim ve zihinleri dıĢarıya karĢı kapalı tutma sistemi, bir örgütün
kurulmasını da zorunlu kılmıĢtı; bu örgüt yıllar geçtikçe büyüyecek dev bir kuruluĢ haline
gelecektir. ĠĢkilli padiĢah, halkın arasında neler olup bittiğini bilmek istediği gibi, tek tek herkesin
kalbinden neler geçirdiğini de anlamak istiyordu. Bunun için gözlere, evlerin duvarlarını delip
içerisine bakabilecek gözlere ihtiyacı vardı. Böylece yavaĢ yavaĢ bir hafiyeler, casuslar, ispiyonlar
ordusu doğdu. Bunlar her yerde, her zaman hazır ve nazırdılar. Sokakta dilenci olup dikilirler,
rıhtımlarda gözlerini denize attıkları oltadan ayırmayan balıkçılar olurlar, en kibar evlerde süslü
giysiler içinde uĢaklık ederlerdi. Ġnsan bir Ģeyler anlattığı en yakın dostundan bile emin olamazdı.
Kimse kimseye güvenemiyor, herkesin kafasında bir ''acaba'' sorusu çörekleniveriyordu. Türk
kahvehanelerinden birine tanımadıkları bir adam girmeye görsün, herkes zaten yavaĢ sesle
yürüttüğü sohbeti kesip susardı; konuĢmaların yeniden baĢlayabilmesi için, öncelikle bu yeni
gelenin, sarayın hafiyelerinden biri olup olmadığının anlaĢılması zorunluydu.


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Her gün adını ''curnal'' denilen raporlardan bir sepet dolusu Yıldız KöĢkü'nden içeri girerdi.
Raporuna yazacak Ģey bulamayanlar, uygun bir Ģey uydurmaktaydılar. Her habere karĢılık çok iyi
para ödeniyordu. Bu konuda padiĢah ''Ġsterlerse benden çalsınlar, yeter ki sadece hizmet etsinler''
diyordu.
Nitekim onun hizmetinde bulunanlar bir servet sahibi olabiliyordu. Sultan parayla ve zengin
armağanlarla yandaĢlarının sadakatını garanti altına almak istiyordu. Her despotlukta olduğu gibi,
onun da çevresinde bir saray kliği, her dediğini onaylayan kuklalardan bir grup meydana gelmiĢti.
Bunların hepsi gizli polisin baĢı Fehim PaĢa tipinde vicdansız, dayanılır ölçülerin çok ötesinde aç
gözlü, herkesin nefret ettiği, berbat kiĢiler değildi. Ġstanbul'un bu korkunç adamdan kurtulmasını
sağladığı için, Alman Büyükelçisi MareĢal von Bieberstein, o güne kadar kamuoyunun kendisinden
esirgediği sevgiyi kazanmıĢtı. Fehim PaĢa bir Alman tüccara karĢı yasadıĢı iĢlemlere kalkıĢınca,
MareĢal bütün ağırlığını ortaya koyarak paĢanın cezalandırılmasını istemiĢ ve padiĢahın bu
gözdesi bütün haremiyle birlikte Bursa'ya sürgüne gitmek zorunda kalmıĢtı. PadiĢahın yakın
çevresinde üstün yetenekte kafalar da vardı; Suriyeli kurnaz tilki Ġzzet PaĢa ile gerçekten karakter
sahibi olan, sarayın geniĢ yetkili genel sekreteri Tahsin PaĢa bu nitelikte kiĢilerdi. Abdülhamit
elbette ki çevresine sadece değeri sıfır kimseleri toplayacak kadar alık değildi. Her dilekçenin, elde
edilmek istenen her ayrıcalık isteminin en yüksek kiĢiye ulaĢan yolu bulabilmesi için, yüklüce
bahĢiĢlerle yağlanması eskiden beri kökleĢmiĢ bir gelenekti. O zamanlar Avrupa ülkesi Rusya'da
da durum bundan pek farklı değildi.
Gizli yardımcı güçlerin binlercesine yapılan ödemeler, verilen ödüller ve sadıkane hizmetlere
karĢılık gösterilen cömertlikler, elbette ki tutarı yüksek rakamlara varan bir paraya mal oluyordu.
Buna eldeki parayı hovardaca harcayıp hesaplı kullanamamak gibi Türklere özgü özelliğin
Abdülhamit'te çok belirgin Ģekilde bulunuĢu da ekleniyordu. Maliye periĢandı, kasalar boĢ kalmıĢtı.
Yabancı sermayenin gelmesi zorunluluğu doğmuĢtu. Gelgelelim Paris ve Londra'nın bankerleri
Osmanlı devletine güvenemiyorlardı. Bunlar tatlı paracıklarını ancak devletin maliyesini de kontrol
altına alırlar, vergilere ve gümrük gelirlerine peĢin haciz koyarlarsa verebileceklerdi. Böylece
''dette publique'' Düyunu Umumiye kuruldu. Yabancı ülkelerin Türkiye'de gerçekleĢtirdikleri
borçlar yönetimiydi bu, Türkler için haysiyet kırıcı bir durumdu; bir yardımdan çok, iĢleri daha da
karmaĢıklaĢtırmak için bir bahaneydi.
Postaneler çok sıkı gözteleniyordu. (Gizli haberleĢmeler için bereket versin, yabancı postanelerin
kapitülasyonlar gereği dokunulmazlıkları vardı ve bu ayrıcalıklarını da titizlikle koruyorlardı).
Telefon kurulmasına izin verilmeyen bir haberleĢme aracı sayıldığından Ġstanbul'da yasaktı. Basına
çok katı bir sansür uygulanıyordu. Bu da kimi zaman umulmadık sonuçlar doğurmaktaydı. Bazı
Ģeyler basında yer alamazdı, örneğin bir hükümdarın suikast sonucu öldüğü haberi asla
verilemezdi; bunun yerine sadece öldüğü yazılırdı. Nitekim Lucchenis cinayeti dolayısıyla da haber
''Ġmparatoriçe Elisabeth Cenevre'de öldü'' diye verilmiĢti. Yalnız burda bir sonraki cümle sansürün
gözünden kaçmıĢ ve yukarıdaki habere bağlı olarak herkes Ģu cümleyi de okumuĢtu: ''Olay bütün
Avrupa'da genel bir infial uyandırmıĢtır.''
***
Fakat bunca hesaba gelmez giderlere mal olan, bu kocaman haberalma aygıtını iĢletmek aslında
bir iĢe yaramıyordu. Görüldüğü üzere komplolar, baskı rejiminin örtüsü altında pıtrak gibi
çiçeklenmekteydi.
Suçlu genç subaylar demir parmaklıklar ardına konalı birkaç hafta geçmiĢti. Tek tek kapatıldıkları
hücrelerinden Yıldız KöĢkünün sağır duvarlarını seyredebiliyorlardı. Böylesine bir durumda insanı
gerçekten ürküten bir manzaraydı bu. Durumları hiç de iç açıcı değildi. Gizli eylemleri konusunda
yığınla kanıt eldeydi; kaçamak yollara saparak kem küm etmenin artık yararı olamazdı.
Bekleyebilecekleri en hafif ceza ordudan kovulmalarıydı, kaç yıl süreceği kestirilemez bir zaman
için ortadan kaybedilmeleri de olasıydı.
Genel müfettiĢ Büyük Ġsmail PaĢa soruĢturmayı bizzat yönetiyordu. Ona göre olay çok vahimdi.
Orduya artık güvenilmezse, isyan ruhu ordunun içine bile girmiĢse, devletin hiçbir dayanağı
kalmamıĢ demekti, bu da sonun baĢlangıcı olurdu, bu açıdan paĢa hiç de haksız değildi. Bu yoldan
padiĢahı etkilemeye uğraĢıyor ve suçluların baĢkalarına ibret olacak Ģekilde cezalandırılmasını
istiyordu, bir yandan da Harp Okulu Komutanı Rıza PaĢa'nın daha önceden gerekli gözetimi
yapmadığını da ima etmeye çalıĢıyordu. Eski hasmının nüfuzunu kırma fırsatını öteden beri hep
arayıp durmuĢtu zaten.


www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Böylece aylar geçti. Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım Ġstanbul'a koĢup gelmiĢti. Fakat ona
oğlunu göstermediler, türlü korkuların ağırlığı altında ne olacağını beklemek, hep beklemek
zorundaydı. ''ĠĢte o zaman'' diye anlatır Mustafa Kemal, ''çok ağlamaktan gözlerinin görme gücü
azalmaya baĢladı.''
Bu sırada Yıldız KöĢkü'nde sessiz bir savaĢ cereyan etmekteydi. Rıza PaĢa nasıl bir tehlikenin
kendisini beklediğini biliyordu. Özenle saklamaya çalıĢtığı liberal görüĢlerine rağmen, efendisinin
sevgisini kazanmıĢ bulunuyordu. Abdülhamit'in ona ihtiyacı vardı, hem de yine Ġsmail PaĢanın
gözetimi için ihtiyacı vardı; insanları böyle karĢılıklı birbirlerine kollattırmak, vehimlerle dolu bu
hükümdarın öteden beri baĢvurduğu bir yöntemdi. Rıza PaĢa eski öğrencilerini savundu ve onların
sadece gençliğin verdiği düĢüncesizlikle böyle bir çılgınca budalalığa saptıklarını ileri sürdü. Ordu
böyle çok iyi yetiĢmiĢ subaylarından yoksun bırakılamazdı; zaten bu olay yüksek rütbe ve yetki
sahibi bazı kimselerin, ordu içinde kendilerine yandaĢlar kazanmak için çalıĢtıkları izlenimi
vermekteydi.
Abdülhamit birbirine çelme takmaya uğraĢan bu karĢılıklı çabalara içinden sevinmiĢ olabilir.
Ordunun üst düzey komutanlarının birbirleriyle böyle çatıĢması onu memnun ediyordu; bu
geçimsizlik onların tahtı tehdit edecek Ģekilde birleĢmelerini engelliyordu; çünkü amcası Abdülaziz
böylesi bir birleĢmeyle düĢürülmüĢtü.
Her iki generali de incitmeden, ama birini diğerine tercih ettiği izlenimini de vermeksizin,
majesteleri oldukça bağıĢlayıcı ortalama bir çıkar yol buldu. Kısa bir süre sonra padiĢahın iradesi
yayınlandı; bunda suçluların geri dönmelerini olanaksız kılacak Ģekilde uzak yerlere sürgün
edildikleri bildiriliyordu.
Yirmi dört saat sonra da Mustafa Kemal, muhafaza altında, kendisini atandığı yere götürecek olan
vapura bindirildi. Biraz uzaktan, yüzünü örtmüĢ olarak annesi onu izlemekteydi. Oğluyla
vedalaĢmasına izin verilmemiĢti. Uzun zaman kıyıda durup kaldı, bu sırada vapur, bütün yolcuların
tanıdığı ve bugün oğlunun bronz bir heykelinin bir zamanlar sultanların bahçesi olan yerde,
yeĢillikler arasında yükseldiği Sarayburnu'nu dönüp gözden kaybolmuĢtu.
Sekiz gün süren bir yolculuktan sonra vapur Beyrut'a vardı ve genç kurmay yüzbaĢı atandığı
garnizona gitmek üzere ġam yolunu tuttu. Suriye'nin eskiden beri ünlü bu baĢkenti düz bir çukur
vadide uzanır; çepeçevre dört bir yanı cenneti andırır bahçelerden bir çelenkle kuĢalıdır; bu
güleryüzlü yeĢilliğin ortasında camilerin renk renk çinileri ıĢıldar; bütün bunların üzerinde ıĢıltılar
saçan masmavi bir gök kubbe vardır. Bir zamanlar Arapların dünya imparatorluğunun ilk parlak
çağında, Emeviler görkemli saraylarını burada kurmuĢlar, kenti bir yandan silâh Ģakırtıları
doldururken öte yandan burayı bir bilim merkezi, güzel sanatların çok geliĢtiği bir yer yapmıĢlardı.
Halifelerin daha sonraki baĢkenti, Harun ül-ReĢid'in ünlü Bağdat'ı önemini yitirip yoksulluğun
kucağına düĢerken, ġam kenti yüzyıllar boyu hep geliĢmiĢti. Bir zamanların kudret ve görkeminin
tanıkları hâlâ sapasağlam ayaktaydı; geçmiĢinden gurur duyan bir halkın emelleri burada örülüyor,
umutları burada boy atıyordu.
Suriyeli zengin iĢadamlarının konaklarında dillerde dolaĢan yeniden canlandırılacak büyük Arap
Ġmparatorluğu düĢüncesiydi. Burada eski büyük bir kültürün doruklarından aĢağıya, Türk fatihlere
küçümsercesine bakılıyor, ancak bir yandan da onlara yaltaklık edilmesi de unutulmuyordu. Bütün
Müslümanlar birleĢmeliydi, elbette; fakat bu birleĢme, eskiden olduğu gibi Arapların önderliği ve
bir Arap halifenin bayrağı altında olmalıydı; buna layık olan da, uygarlaĢmaları bile bir ölçüde
Ġslâmiyet sayesinde gerçekleĢmiĢ bulunan Asyalı istilacılar değil, Araplardı. Çöllerdeki bedeviler,
bu ebedi kentin görüntüsünü, kalplerinde geleceği müjdeleyen bir hayal olarak korumaktaydılar.
Bu bedeviler arada sırada bir patırtı, bir gürültü ayaklanırlar, o zaman Türk ordusunun bezdirici,
fakat gevĢek baskısını sarsmak için cesurca, hatta umutsuzca saldırılara kalkıĢtıkları bile olurdu.
Ancak böyle bir iĢe de ister istemez kendilerine verilmiĢ ve kıskançlıkla korudukları
özgürlüklerinden, atalarının töresine uyarak oymaklar arası sonu gelmez vuruĢmalarda bitkin
düĢmek için yararlanmadıkları zamanlar giriĢirlerdi.
Güneyin bu çok hareketli merkezi, gerçekten rahat bir sürgün yeri sayılabilirdi; aslında burası
kurnazca bir amaçla seçilmiĢti. Mustafa Kemal ve arkadaĢları gibi siyasal bakımdan kabına
sığamayan gençler, burda giriĢim enerjilerini devlete daha çok hizmet edecek bir tarzda
harcayabileceklerdi. Arap illerinde hiçbir zaman tümüyle sona ermeyen, fakat son günlerde de
hayli sıklaĢmıĢ bulunan ayaklanmalardan biri yine baĢlamıĢtı.
Bu sefer sıra Havran Dürzîlerindeydi; bunlar kökenleri tam bilinmeyen bir halktı, sırlarla dolu bir
dinleri vardı, Müslümanlığın Hristiyan eğilimli bir çeĢidiydi bu. Feodal beyleri, oymak Ģeyhleri daha

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

üstün bir otoriteye boyun eğmekten hoĢlanmıyordu ve krallar gibi yürütmek istedikleri baĢına
buyrukluklarıyla ket vurmaya kalkıĢılınca, her seferinde hemen ayaklanıyorlardı.
Mustafa Kemal bir süvari alayına verildi; asilere karĢı düzenlenen cezalandırma seferine katıldı.
Böyle seferlerde yapılan küçük savaĢlar çok yorucu oluyor, üstelik pek az ün kazandırıyordu, fakat
askerlik sanatının türlü uygulmaları öğreniliyor ve insanı kurĢunların vızıldamasına alıĢtırıyordu.
Birkaç ay boyunca Suriye ve Filistin'de, Halep'ten aĢağılarda Kudüs'e kadar, oradan oraya
dolaĢıldı, çünkü baĢka bedevi oymakları da Dürzîler gibi kavranmak eğilimi göstermiĢlerdi.
Ülkedeki düzene karĢı bir kimse için, bu ilk savaĢ deneyimlerinden daha da önemlisi, ordan oraya
dolaĢıldığı sırada Abdülhamit memurlarının yönetim tarzına iliĢkin edinilen izlenimlerdi.
Ġllerde tam yetkili efendi valiydi; imparatorluğun bu padiĢah vekilleri bir hükümdar gibi
yaĢamaktaydılar. Haremleri için güzel Çerkez kızları, ahırları için saf kan Arap atları ve hükümet
binaları içni de kıymetli Acem halıları satın alıyorlardı.
Güzel vakit geçiriliyordu. GüneĢin batmasına yakın bir saatte, yardımcıları ve dostları valinin
konağında, bir bakır sininin etrafında ülkenin geleneksel aperatifi ''rakı''yı içmek için
toplanıyorlardı; sininin üstü ayrıca çeĢit çeĢit bol baharatlı mezelerle donatılmıĢ oluyordu. Ġçiliyor,
mezelerden biraz alınıyor, sigaralar tüttürülüp Ģundan bundan sohbet ediliyordu. Daha sonra da,
zamanı gelince, ekselans vali ellerini çırpınca, uĢaklar asıl yemekleri getiriyorlardı: Oh, oniki çeĢit
yemeğin arkasından bol Ģerbetli tatlılar veriliyordu. Sonra da kahveler içiliyor, sohbete devam
edilirken yine bir hayli sigara tüttürülüyor, derken hareme geçilebilecek kıvama geliniyordu.
Gündüzleri geç saatlere kadar uyunuyordu, öğleden sonra iki, üç saatli bir zaman hükümet
iĢlerinin bitirilmesine yetmekteydi. GüneĢ ufka doğru kaymaya baĢlar baĢlamaz, vefalı dostlar yine
bir araya geliyordu. Daha alt derecede bölge yöneticileri olan mutasarrıflar ve kaymakamlar da,
büyüklerin örneğine uyarak, kendi olanakları ölçüsünde aynı Ģeyi yapmaktaydılar.
Böyle olmakla birlikte yönetimin yürütülmesinde herhangi bir beceriksizlik ya da akılsızlık yoktu.
vali paĢa insanlara nasıl davranılacağını çok iyi biliyor ve halkın özelliklerine saygı gösteriyordu.
Kendisine kafa tutulmadığı sürece güleryüzlü, iyi kalpli bir beyefendiydi; herkesi nezaketle kabul
eder; ortaya çıkan anlaĢmazlıkları gülümsemeyerek tatlı diliyle çözümlemesini bilir ve Ģikâyetleri
dostça bir sabırla dinlerdi. Yeter ki kusurların düzeltilmesi için ısrar edilmesin.
Bu arada yollar çökmüĢ, köprüler yıkılmıĢ, ormanlar kaybolmuĢ, limanlar kumla dolmuĢ, ülke
ıssızlaĢmıĢtır. Böylesi kaygı verici durumlar vali paĢa hazretlerine arzedilince, bunların kendisini
ilgelendirmediğini söylemekle yetinecektir; onun görevi sadece düzeni korumak ve vergi
toplamaktır. Hem olağanın dıĢındaki haller için elde hiçbir padiĢah iradesi de yoktur.
Küçük savaĢlar sona erince genç kurmay yüzbaĢı, Abdülhamit'e karĢı gizli savaĢını daha derin bir
inançla yeniden yürütmeye koyuldu.
Yafa, Kudüs, Beyrut ve ġam komutanlık karargâhlarında kendisiyle aynı görüĢte yeterince arkadaĢ
vardır. Bunlar Kemal'in inandırıcı telkinleriyle iĢbirliği yaptılar. Plânları Filistin ve Suriye'nin her
yanında devrimci hücreler oluĢturmaktı. Fakat bu plân yerinde saydı, gizli dernek ön-ayak
olanlardan ibaret kaldı. Arap halkının milliyetçi bir Türk hareketinden yana olmadığı çok geçmeden
açıkça anlaĢıldı. Daha sonra devleti yönetecek olan genç subay bu olgudan gerçekçi sonuçlar
çıkarmıĢtır.
Makedonya'ya dönmek arzusu gittikçe ağırlık kazanmaktaydı. Orda bulunan 3. Orduda -yapılan
gözetime ve alınan bunca önleme rağmen- ordunun bütün ilerici elemanları yavaĢ yavaĢ bir araya
gelmekteydi. Selânik siyasal açıdan dindaĢların Mekkesi olmuĢtu.
Fakat bu mayalanma merkezine, sürgün kararına rağmen atanmak isteyen, öncelikle yüksek rütbeli
bir kayırıcı bulmak zorundaydı. Selânik'de topçu generali ġükrü PaĢa vardı, hem padiĢahın gözüne
girmiĢti, hem de ateĢli bir yurtseverdi. YüzbaĢı Kemal ona bir mektup yazdı, görüĢmelerini açıkça
belirtip arzu ettiği nakil iĢinde yardımını rica etti.
Haftalar geçiyor, hiçbir cevap gelmiyordu. Sonunda bir öğle vakti, garnizonunda görevli bulunduğu
Yafa'da kıĢladan çıkarken tanımadığı biri eline bir pusula tutuĢturdu, kâğıtta Ģunlar yazılıydı:
''Selânik'e gelmeye çalıĢ, orda destek bulacaksın.''
Bu lakonik ve belirginlikten yoksun haber, nice zamandır bekleyen isteğe çarçabuk kesin bir biçim
verilmesine yetti. Bir, iki gün içinde gerekli hazırlıklar tamamlandı; arkadaĢları paraca yardımda
bulundular; Yafa Komutanı BinbaĢı Ahmet Bey, sürgünün garnizonda bulunmadığı farkedilecek
olursa, tam zamanında haber vereceğini vaat etti. Böylece Mustafa Kemal Avrupalı turist kılığına
girerek Mısır-Yunanistan üzerinden gizlice Selanik'e gitti.
Daha kente vardığı günün akĢamı, geç vakit ġükrü PaĢayı ziyaret etti.

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

PaĢa, sürgün subayı karĢısında görünce biraz ĢaĢırdı; yollamıĢ olduğu kehanete benzer direktifiyle
usulüne uygun bir atamayı kasetmiĢti. Garnizondan bu Ģekilde hodbehot uzaklaĢmak kendisinin
uygun göreceği bir davranıĢ olamazdı; üstelik bazı nedenlerle hiç istemediği bazı soruĢturmalara
da yol açabilirdi. Bu bakımdan genç subay için yapabileceği hiçbir Ģey yoktu. Bu sırada yeni
tanıdığı genç subayı iyice gözden geçirmiĢti; ondaki gözüpeklik ve düĢüncelerini en belirgin, en
apaçık tarzda dile getiriĢi hoĢuna gitmiĢ olmalıdır. Bununla birlikte kendisine derhal geri
dönmesini öğütlemeyi de unutmadı.
Selanik'e büyük umutlarla gelmiĢ olan genç subay hayal kırıklığına uğramıĢtı, çok daha etkin bir
destek göreceğini sanmıĢtı. Ancak yine de geçici bir süre için Selanik'te kaldı; kendi baĢına
Suriye'deki gibi bir dernek kurmayı düĢünüyordu; bu amaçla yandaĢ kazanma çabalarına giriĢti.
Fakat sanki görünmeyen bir güç kendisine engel oluyor gibiydi. GörüĢtüğü kimseler çekingen
darvanıyor, kaçamaklı cevaplar veriyor, gerçek rengini belli etmekten kaçınıyordu. Bu arada
Mustafa Kemal gizlice gözetlendiğini de hissetmiĢti, türlü sorularla kendisini yoklayıp sınıyorlardı.
Sonunda muammanın çözümünü buldu. Yakınlık kurduğu eski bir okul arkadaĢı, günün birinde
ona sırrı açıkladı, ''örgüt'' kendisini üyeliğe kabulünü uygun görmüĢtü. Genç devrimci daha sonra
ün kazanacak olan Ġttihat ve Terakki komitesinni varlığını ilk kez böyle iĢitti.
Gizli Jön Türk birliklerinin en güçlüsü olan bu örgüt Paris'te kurulmuĢtu ve merkezi de ordaydı.
Kendiliklerinden ya da darda kalarak sürgün hayatına itilmiĢ Türkler, Fransız baĢkentinde kuvvetli
bir grup oluĢturmuĢlardı; bunlar çoğunlukla yazarlar, gazeteciler, eski öğretmenler ve üniversite
öğrencileriydi, yani devlet iĢlerinin yürütülmesinde hiçbir uygulama deneyimi bulunmayan
kimselerdi, ancak görüĢlerinde ve eğilimlerinde çok aĢırıydılar. Manevi donanımları Fransız
düĢünürü Auguste Comte'un rasyonel pozitivizminden kaynaklanıyordu. Kendilerine tutarlı
merkeziyetçiliğiyle Fransız demokrasisini model almıĢlardı; siyasal silâhlarını büyük Fransız
devriminin tarihinden çıkarmaktaydılar; inançları o günlerde Avrupa'da henüz sarsılmamıĢ geliĢim
düĢüncesinden besleniyordu. Bu düĢünceye göre, her Ģeye gücü yeten akıl, insanlığın sürekli
ilerlemesini sağlamaktaydı.
Grubun önderi Ahmet Rıza Beydi; vakur, kibar görünüĢlü bir adamdı; hem zeki, hem de çok geniĢ
kültürlüydü, fakat yurdundan uzun süre uzak kalıĢı yüzünden halkının karakter özelliklerini doğru
değerlendirmek yetisini yitirmiĢ bulunuyordu; Batı modelini tıpatıp ülkesine aktarmak istiyordu;
çok bilgili olmak duygusu içinde fazla kibirliydi ve çarçabuk nobranlaĢan bir hoĢgörüsüzlüğü
vardı.
Kesin görüĢleri, radikal programı, hızlı propaganda çalıĢmaları sayesinde Paris komitesi yavaĢ
yavaĢ üstünlük kazanmıĢ ve Jön Türk hareketinin manevi baĢı olmuĢtu. Grubun organı ''MeĢveret''
gazetesi çok sayıda basılıp yabancı postaneler kanalıyla Ġstanbul'a sokuluyor, ordan da bütün
ülkeye gizlice dağıtılıyordu. Propaganda bildirileri ve program yazıları da aynı yoldan ülkeye girme
olanağı buluyordu.
Daha küçük, ikinci bir grup da Abdülhamit'in yeğenlerinden biri olan Prens Sabahattin'in
önderliğinde Berlin'de üstlenmiĢti. Bunlar ılımlılarda; Jön Türklerin sağ kanadıydı; çoğunluğunu
eski nazırlar ve yüksek dereceli memurlar oluĢturuyordu, yani siyasal deneyimleri vardı, fakat
apaçık bir programdan yoksundular. BaĢlıca düĢünceleri Almanya modeline uyularak, yönetimde
gerçekleĢtirilecek geniĢ bir çok merkezciliğin - ademi merkeziyetçiliğin Türkiye'ye uygulanmasıydı.
Osmanlı Ġmparatorluğu'ndaki çeĢitli halkların ve ırkların, Alman federal devleti tarzında bir uzlaĢma
ortamı içinde birleĢtirilmesini amaçlıyordu. Paris komitesinin karĢısında Berlin grubu hiçbir etkin
rol oynayamamaktaydı. Siyasal alanda gerekli olan etkileme gücünden yoksundular; üstelik
belirsiz görüĢleri de yurttaĢlarına tüm yabancı gelmekteydi. Nesiller boyunca Fransız düĢüncesini
benimsemiĢ aydınların çoğu, siyasal inanç öğretileri bakımından Batı Avrupa'nın tutarlı
demokrasisinin çekim alanı içinde bulunuyordu. Prens Sabahattin grubu ancak daha sonraları,
muhalefete itilip ''liberal'' partinin çekirdeğini oluĢturdukları zaman önem kazanacaktır.
Fakat asıl devrimci potansiyle ve itici güç yine ülkede, çeĢitli kentlerdeki yerel komitelerdeydi.
Bunların içinde en çok da Selânik komitesi etkili olmaktaydı. Bir kısım din adamlarıyla bazı
memurlar da bu örgütteydiler; kendi gayretiyle posta dağıtıcılığından telgraf memurluğuna
yükselip, daha sonra da sadrazam olan Talat PaĢa bunlardan biriydi. Ama asıl ağırlık aydın
subaylardaydı; bunlar sayesinde ordu, dolayısıyla en güçlü iktidar aracı ele geçirildiğinden, karar
ve sonuç üzerinde etkili olacak kesimi oluĢturuyorlardı. Bu subayların büyük kısmı, pek saygın bir
kimse olan General von der Goltz gibi Alman eğiticilerin yönlendirdiği askeri okullardan yetiĢmiĢ,
hatta birkaç yıl Almanya'da da hizmet görmüĢlerdi. Enerjileri, inatçı kararlılıkları, metot sahibi

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

oluĢları ve örgütleyici ruha sahip bulunuĢları kuĢkusuz bundan ileri geliyordu. Ancak devlet
teorileri ve siyasal savaĢın düĢünsel donatımı bakımından tümüyle Fransız zihniyetine göre
yönlenmiĢ Paris komitesine bağlıydılar. Böylece birbirinden farklı iki kaynaktan beslenerek, Jön
Türklerde baĢlangıçtan itibaren, belli bir ikilik meydana geldi; bu ikilik daha sonraları iktidara
geçtikleri zaman askerlerle hükümet yöneten ''siviller'' arasında kesin bir zıtlıkla ifadesini
bulacaktır.
Bu yerel komiteler propaganda eyleminin asıl yükünün üstlenmiĢlerdi: iĢlerini de olağanüstü bir
dikkate yürümet zorundaydılar, çünkü padiĢahın her yanda gözü, kulağı vardı ve bol keseden
armağan edilen altınların parıltısı da son derecede baĢtan çıkarıcıydı. Gizli çalıĢmak konusunda
Mason locaları, özellikle de Selânik'de bulunan Ġtalyan Büyük Doğu Locası çok elveriĢli bir
paravana oldu. Liberal Mason localarında moral destek buldular; toplantılarını onların casus
gözlerine kapalı odalarında yaptılar; birçok yandaĢları zaten masondu; yenilerini de bu yoldan
kazandılar; örgüte alınacak adayın seçiminde sınava yöntemi kullanılıyor ve masonların gizli
yürütülen haberleĢme kanalları sayesinde Ġstanbul'la, hatta padiĢahın sarayının içindekilerle
sürekli bağlantı sağlanıyordu.
Örgütlenmede mason locaları model alınmıĢtı. Örgüte kabul edilme uzun uzadıya sınamalar ve bir
hayli süre gözetlenmeden sonra olabiliyordu. Yeni birini örgüte sokan kimse, onun güvenilir kiĢi
oluĢuna kendi hayatını ortaya koyarak kefil olmak zorundaydı. Yüksek düzeydeki yöneticiler
karanlıkta kalmaktaydılar. Komitece verilecek direktiflere kayıtsız Ģartsız uyulması gerekiyordu.
Üyeler Kuran'a el basarak ant içmek suretiyle örgüte bağlanmıĢlardı, ihanet edenler gizli mahkeme
önüne çıkarılırdı.
Mustafa Kemal'in bu örgütte yüksekçe mevkilere çıkmıĢ olması ihtimali pek Ģüpheli görünüyor,
kendisi de bu konuda bir Ģey söylemekten kaçınmıĢtır. Fakat Ģurası kesindir ki, o günden itibaren
kendi baĢına bir Ģeyler yapmaktan kaçınmıĢ ve bu büyük örgüt içinde yardımcı olmaya çalıĢmıĢtır.
Ancak tüm çalıĢmalarında geri plânda kalmaya dikkat ediyordu; ortalıkta fazla görünmemeliydi;
giriĢtiği kötü siyasal eylem henüz hatırlardaydı; komiteden kendisi için bir Ģeyler yapmasını
umuyor ve bekliyordui. Sonunda Ġstanbul, gelmesi yasak edildiği halde Selânik'te bulunduğunu
haber aldı ve derhal tutuklanmasını emretti. Komutanlık emir subayı, daha sonra içiĢleri bakanı
olacak olan Cemil Bey tutuklama iĢinin en fazla iki gün daha ertelenebileceğini ona bildirdi. Bu
durumda bir an önce yola çıkmak, uzun fakat güvenli yoldan Yafa garnizonuna dönmek
gerekiyordu.
Ne var ki tutuklanma emri Yafa'ya da gelmiĢti. BinbaĢı Ahmet Bey onu gemide karĢıladı, üniforma
ve diğer donatım için gerekli Ģeyleri yanında getirmiĢti; hiç durak yapmadan yolculuk devam etti.
Hafiyelerden sıyrılabilmek için tek bir çıkar yol vardı: Bir süreden beri Türkiye ile Mısır-Ġngiliz
hükümeti arasında bir sınır anlaĢmazlığı sürüp gitmekteydi. Uzağı görne Ġngilizler, korumaları
altındaki ülke adına bütün Sina yarımadasından baĢka, Kızıldeniz'in kuzeydoğu ucundaki Akabe
limanı ve kenti üzerinde de hak iddia ediliyorlardı. Burası Arap dünyasının orta kesimi için bir giriĢ
yeriydi. Türkiye ise stratejik açıdan Akaba'yı elinde tutmak istiyordu. Ansızın yapılabilecek bir
saldırıyı önlemek amacıyla da oraya birlikler sevketmiĢti. Kemal doğruca burdaki birliğin
karargâhına gitti ve ülküdaĢı olan arkadaĢı Lütfi Beyin emrinde bir birliğin komutasını üstlendi.
Bu sırada Yafa komutanı da Ġstanbul'a YüzbaĢı Mustafa Kemal'in izinsiz görevinden ayrıldığı
yolundaki söylentinin bir yanılgıdan kaynaklanmıĢ olması gerektiğini, kendisinin birkaç aydan beri
Sina cephesinde Bir-Seba'da bulunduğunu bildirdi. Doğrudan doğruya Bir-Seba'daki komutana,
yani Lütfi Beye durum sorulunca, o da Yafa komutanının bildirdiklerini doğruladı.
***
Akaba anlaĢmazlığı Türklerin lehine çözümlendi, kent ve liman onlarda kaldı. Mustafa Kemal de -
geleneğe göre Hazreti Yakub'un oğlunu ziyaret için Mısır'a gitmek üzere yola çıktığı yer olan- Bir-
Seba'dan ġam'a döndü. Bundan sonraki günlerde de daha kurnazca hareket etti, hiçbir eyleme
kalkıĢmadığı gibi, adını nahoĢ biçimde hatırlatabilecek her Ģeyden kaçındı. Kendisi hakkında izin
verilmemiĢ Ģeylerle uğraĢtığı kanısını uyandırabilecek hiçbir davranıĢta bulunmadı, mevcut
düzenden hoĢnutsuzluğunu gösteren bir Ģey söylediğini de kimse iĢitmedi. Komutanları genç
subayın büyük bir feragatla kendisini yalnızca askeri görevlerine adadığını ve gelecek için çok
Ģeyler vaat eden bu kurmayın, artık gerçekten dikkati çekecek derecede ortaya çıkmıĢ olan
yeteneklerini göstermesinde hiçbir sakınca bulunmadığını bildirdiler. Yıldız'daki büyük efendi,
verilen sürgün cezasının umulan iyileĢtirici etkisini yaptığı kanısına varmıĢtı. Böylesine olumlu
Ģekilde tezkiye edilen subay da kolağası rütbesine terfi ettirildi.

www.kuyruksuz.com
www.kuyruksuz.com

Aradan bir yıl geçti. Bu süre içinde Makedonya komitesi, artık iyice yaklaĢmıĢ bulunan kesin karar
günü için kullanılabilecek bütün güçleri safına çekmiĢ bulunuyordu. Resmen nakil yapılacağı
yolunda ġam'a imada bulunuldu. Kulis arkasındaki çabalar olumlu sonuç verdi: Yaptığı baĢvuru
uygun görülen Mustafa Kemal Selânik'de 3. Orduya nakledildi.
Bu arada Balkanlardaki hava fırtına yüklü bulutlarla kararmıĢtı. Makedonya uzun zamandır
Avrupa'nın bir türlü çözemediği bir sorun olmuĢtu. Duruma egemen olmak için harcanan bütün
çabalar -çoğu kez dürüstçe davranıldığı halde- iĢleri sadece daha da karmaĢık duruma sokmuĢtu.
Ortada öncelikle bir milliyetler sorunu vardı. Yarımadanın Türklerin elinde bulunan kesimi, hemen
bütün Balkan halklarının temsil edildiği, âdeta bu konuda örnek diye gösterilebilecek bir bölge
durumundaydı. 19. yüzyıl boyunca bu bölgenin çevresinde, Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan ayrılma
bağımsız devletler kurulmuĢtu. Bu milli devletler tutarlı biçimde daha fazla büyüme
çabasındaydılar. Bölgede bulunan soydaĢlarının yardımıyla Makedonya'yı topraklarına katmak
istiyorlardı. Batıda Adriya Denizi'ne, güneyde Ege Denizi'ne sınır oluĢturan ülke, gerçekten
istenmeye değer nitelikteydi; üstelik kuzeyde sıkıĢıp kalmıĢ devletlere, büyük çapta gerek
duydukları denizlere açılma olanağı da vermekteydi.
Bu devletler soydaĢları olan azınlık halkları kıĢkırtarak ve el altından destekleyerek Makedonya'da
savaĢ örgütleri kurdurmuĢlardı, bunlar birleĢme yolunu açacak bölgesel özerklik için çarpıĢan
çetelerdi. Böylece herkesin herkese karĢı yürüttüğü bir çeteler savaĢı sürüp gitmekteydi.
Kuzeyden bastıran Slâvcılığa karĢı, güneyden Yunanistan savunma yapıyordu. Bulgar komitacıları
Yunan Antharteslerine karĢı dövüĢüyor; Sırplar Bulgarlara kurĢun atıyor; Müslüman Arnavutlar
dağlarından inip Hristiyan halkların tümüne karĢı savaĢıyordu. Soygun, yağma, adam kaçırma,
cinayet her günkü olağan Ģeylerdi. ''Makedonya'da KarıĢıklık'' baĢlığı yıllardan beri Avrupa
gazetelerinin ilk sayfalarında ikide bir yer alan, gedikli bir baĢlık olmuĢtu. Babıali bu durumu
önlemekten acizdi. Reform isteklerine ciddi biçimde razı olamıyordu, çünkü milliyetler sorununda
verdiği her ödün, -Doğu Rumeli ve Girit'te görüldüğü gibi- ayrılmaları kaçınılmaz duruma
sokuyordu. Bir defasında kimsenin dinine, mezhebine bakmaksızın, enerjik biçimde önlemler
almaya kalkıĢılmıĢ, o zaman da bütün Hristiyanlık dünyası din kardeĢlerimiz suçsuz yere baskıya
uğruyor diye ayağa kalkmıĢtı.
Durum gerçekten kangren hale geldiğinden, Avrupa devletleri asayiĢin doğrudan doğruya
kendilerince sağlanmasını düĢündüler. Ġlgili büyük devletler, Avusturya ile Rusya, 1903'de
Mürzsteg'de bir antlaĢma yaparak, Makedonya'da ortaklaĢa bir jandarma örgütü kurmayı
kararlaĢtırdılar. Fransa ile Ġngiltere de onlara katıldı, Almanya sadece dolaylı biçimde yardımcı
olmakla yetindi, Ġtalya ise sadece üst yönetimde görev aldı. Ne var ki bu uluslararası itfaiye de,
tehlikeli yangın merkezini söndüremedi. Her baharla birlikte çetelerin savaĢı yeniden baĢlıyordu.
Aslında hiçbir yararı bulunmayan yabancı jandarmanın, sadece Türkiye için onur kırıcı olması
bakımından bir önemi vardı.
Balkanlar yeni uyanan emperyalizmin çapraz ateĢi altına girince, durum daha da çapraĢıklaĢtı. 20.
yüzyılın ilk beĢ yılı geride kaldığında, Avrupa politikasındaki büyük yön değiĢtirmeler etkisini
göstermeye baĢladı. Ġngiltere kendi geniĢ sömürge imparatorluğunun her parçasını güvenlik altına
almak üzere harekete geçti. Fransa'yla anlaĢarak Mısır'a karĢlık Fas'ı bıraktı. Bu oldu bittiyi izleyen
Algeciras konferansında Almanya ilk diplomatik yenilgisine uğradı.
Rusya ise Uzakdoğudaki yayılması Japonların zaferiyle kesildiğinden, yeniden batıya yönelmiĢ ve
Balkanalarla Ġstanbul'a iliĢkin eski plânlarına dönmüĢtü. Ġngiltere geleneksel düĢmanını çabuk
kazanmayı baĢardı. 1907 AntlaĢması yine Müslüman dünyasının sırtından her iki tarafın isteklerini
göz önünde bulunduruyor ve birbirlerinin alanına girmelerini önlüyordu.
O günlerde dünya politika sahnesinde baĢ aktör olan Ġngiltere Kralı Eduard VII. durup dinlenmeden
baĢkentten baĢkente dolaĢıyor, büyük oyunun figürlerini yerli yerine koymaya uğraĢıyordu.
Rusya'yla Ġngiltere dünyayı aralarında bölüĢtürmüĢlerdi, ikisinin sınır çizgisi üzerinde bulunan
Yakındoğuda, öncelikle Orta-Avrupa devletlerinin geri itilmesi gerekmekteydi. Bunların baĢında
topraklarını durmadan geniĢletmeye uğraĢan Avusturya, sonra da Almanya geliyordu. Almanya'nın
Türkiye'yi ekonomik bakımdan fethetmeye baĢlaması ve Bağdat demiryolunu yapması, Ġngiliz
plânlarını doğrudan doğruya aksatmaktaydı.
Kral Eduard, Makedonya sorununu kendisi ele aldı. Büyük devletlerle ortaklaĢa yönetilen ülkede,
Orta-Avrupa'ya karĢı bir çeĢit set oluĢturmak istedi; aynı zamanda -hedefine barıĢçı yoldan
ulaĢmayı umduğundan- bu bölgeyi sürekli tehdit eden savaĢ tehlikesini de bu Ģekilde gidermeyi
amaçlıyordu. Yabancı jandarma örgütünün ardından Avrupa'nın mali kontrolü geldi. PadiĢah

www.kuyruksuz.com
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam

Contenu connexe

En vedette

Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.netKuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.netChp Aydın
 
Türk hümanizmi
Türk hümanizmiTürk hümanizmi
Türk hümanizmiChp Aydın
 
Hürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıHürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıChp Aydın
 
Islam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgilerIslam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgilerChp Aydın
 
Renewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk ManagementRenewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk ManagementManuele Monti
 
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tanggaPersediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tanggaUiTM Dungun
 
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk ManagementQuantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk ManagementManuele Monti
 
Robotics program at school
Robotics program at schoolRobotics program at school
Robotics program at schoolBilge Puan
 
研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案advantech2012
 
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Showadvantech2012
 
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間advantech2012
 
再生能源解決方案
再生能源解決方案再生能源解決方案
再生能源解決方案advantech2012
 

En vedette (14)

Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.netKuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
Kuyruksuz - index pages - www.kuyruksuz.net
 
What is FLL?
What is FLL?What is FLL?
What is FLL?
 
Türk hümanizmi
Türk hümanizmiTürk hümanizmi
Türk hümanizmi
 
Hürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıHürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanı
 
Islam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgilerIslam dini ve islami bilgiler
Islam dini ve islami bilgiler
 
Renewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk ManagementRenewable Asset Risk Management
Renewable Asset Risk Management
 
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tanggaPersediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
Persediaan diri dalam menempuh kehidupan berumah tangga
 
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk ManagementQuantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
Quantitive Approaches and venues for Energy Trading & Risk Management
 
Robotics program at school
Robotics program at schoolRobotics program at school
Robotics program at school
 
Pitch deck template
Pitch deck templatePitch deck template
Pitch deck template
 
研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案研華再生能源解決方案
研華再生能源解決方案
 
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
簡單小步驟,輕鬆觀賞 Virtual Show
 
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間從建築到居家 打造全智慧化生活空間
從建築到居家 打造全智慧化生活空間
 
再生能源解決方案
再生能源解決方案再生能源解決方案
再生能源解決方案
 

Similaire à Avrupa ile asya arasindaki adam

Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri - Ahmet Yaşar Ocak
Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri   -  Ahmet Yaşar OcakAlevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri   -  Ahmet Yaşar Ocak
Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri - Ahmet Yaşar OcakenEntelektüel
 
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyorenesulusoy
 
Doğu batı 51. sayı osmanlılar 1. kısım
Doğu batı 51. sayı   osmanlılar 1. kısımDoğu batı 51. sayı   osmanlılar 1. kısım
Doğu batı 51. sayı osmanlılar 1. kısımSelçuk Sarıcı
 
Osm.Dev.Kur DöN.Slayt
Osm.Dev.Kur DöN.SlaytOsm.Dev.Kur DöN.Slayt
Osm.Dev.Kur DöN.Slaytderslopedi
 
Hz Muhammed Dini konular
Hz Muhammed Dini konularHz Muhammed Dini konular
Hz Muhammed Dini konulargelresule
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetnamebeyazarifakbas
 
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıZekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıSelçuk Sarıcı
 
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Erdin Hasdemir
 
II. Abdulhamidin islam birliği siyaseti
II. Abdulhamidin islam birliği siyasetiII. Abdulhamidin islam birliği siyaseti
II. Abdulhamidin islam birliği siyasetihaber
 
Tanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazeteleriTanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazetelerifatihi
 
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddinFdgalgjadg Fhaldfad
 
Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)onurakko
 
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can AkinAtaturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can AkinCan Akin
 
109 yücel hacaloğlu doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız
109 yücel hacaloğlu   doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız109 yücel hacaloğlu   doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız
109 yücel hacaloğlu doğumunun 100. yılında h. nihâl atsızFdgalgjadg Fhaldfad
 
B. K. I
B. K. IB. K. I
B. K. Iciltin
 

Similaire à Avrupa ile asya arasindaki adam (20)

Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri - Ahmet Yaşar Ocak
Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri   -  Ahmet Yaşar OcakAlevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri   -  Ahmet Yaşar Ocak
Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri - Ahmet Yaşar Ocak
 
Anadolu Kadını
Anadolu KadınıAnadolu Kadını
Anadolu Kadını
 
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor
8. Sınıf Sosyal Bilimler Ünite 1 Bir Kahraman Doğuyor
 
Doğu batı 51. sayı osmanlılar 1. kısım
Doğu batı 51. sayı   osmanlılar 1. kısımDoğu batı 51. sayı   osmanlılar 1. kısım
Doğu batı 51. sayı osmanlılar 1. kısım
 
Osm.Dev.Kur DöN.Slayt
Osm.Dev.Kur DöN.SlaytOsm.Dev.Kur DöN.Slayt
Osm.Dev.Kur DöN.Slayt
 
Hz.Muhammed Tolstoy
Hz.Muhammed TolstoyHz.Muhammed Tolstoy
Hz.Muhammed Tolstoy
 
Hz Muhammed Dini konular
Hz Muhammed Dini konularHz Muhammed Dini konular
Hz Muhammed Dini konular
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetname
 
GOP+ 2015/1
GOP+ 2015/1GOP+ 2015/1
GOP+ 2015/1
 
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıZekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
 
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
 
II. Abdulhamidin islam birliği siyaseti
II. Abdulhamidin islam birliği siyasetiII. Abdulhamidin islam birliği siyaseti
II. Abdulhamidin islam birliği siyaseti
 
Tanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazeteleriTanzimat dönemi gazeteleri
Tanzimat dönemi gazeteleri
 
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
 
Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)
 
Ataturk Karlsbad Hatıraları
Ataturk Karlsbad HatıralarıAtaturk Karlsbad Hatıraları
Ataturk Karlsbad Hatıraları
 
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can AkinAtaturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
 
Tolstoy
TolstoyTolstoy
Tolstoy
 
109 yücel hacaloğlu doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız
109 yücel hacaloğlu   doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız109 yücel hacaloğlu   doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız
109 yücel hacaloğlu doğumunun 100. yılında h. nihâl atsız
 
B. K. I
B. K. IB. K. I
B. K. I
 

Avrupa ile asya arasindaki adam

  • 1. www.kuyruksuz.com AVRUPA ĠLE ASYA ARASINDAKĠ ADAM GAZĠ MUSTAFA KEMAL I Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır. Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ. Baskı: ÇağdaĢ Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ġti. Mart 2000 DAGOBERT VON MĠKUSCH AVRUPA ĠLE ASYA ARASINDAKĠ ADAM GAZĠ MUSTAFA KEMAL I Türkçesi: Esat Nermi Erendor CGAZETESĠNĠN OKURLARINA ARMAĞANIDIR. Barındırıldı: www.kuyruksuz.com KĠTAP ÜZERĠNE BĠRKAÇ SÖZ Bu kitap sadece bir Atatürk biyografisi değildir. Atatürk'ün yaĢantısı ele alınırken, hem onun içinde yaĢadığı Osmanlı Ġmparatorluğu, hem de bu imparatorlukla iliĢkileri olan diğer ülkeler, sosyal, siyasal ve ekonomik açılardan inceleme konusu yapılmakta, böylece ortaya karĢılaĢtırmalı bir tarih tablosu çıkmaktadır. Bu arada Atatürk'le ilgili çeĢitli olaylar anlatılırken, bunlarla Avrupa tarihindeki benzerleri arasında karĢılaĢtırmalara yer verilmektedir. Burada yazarın, inceden inceye yapılmıĢ gözlemlere dayanarak, özgün değerlendirmelere yönelen bilim adamı kiĢiliğiyle karĢılaĢıyoruz. Bu değerlendirmelerde göze çarpan bir özellik, yazarın Atatürk'ün kiĢiliğine ve eylemlerine duyduğu derin ve içten hayranlıktır. Ne var ki bu hayranlık, Doğu edebiyatlarında örneklerine pek çok rastlanan bir övgü, bir kaside biçiminde dile getirilmiyor. Olağanüstü nitelikte bir kiĢiliğin, çağdaĢlarından nasıl farklılaĢtığı, gerçekçi ve akılcı tutumuyla kendisini olayların akıntısına kaptırmayıp, aksine onların üstüne çıkmayı nasıl baĢardığı, her zaman nasıl hep haklı çıktığı vurgulanıyor. Kitap, Türk okuyucusu için değil, Avrupalı okuyucu için yazılmıĢtır. Yazar bu okuyucuya özellikle bir noktayı belirtmeye ayrıca özen gösteriyor. Bu da, Atatürk'ün nice uğraĢlarla dolu hayatında, özellikle de KurtuluĢ SavaĢı'nda içinde bulunduğu elveriĢsiz koĢullardır. Ġlk bakıĢta Avrupalının yadırgayacağı böylesi bir ortamda, Atatürk'ün baĢarılamaz denileni baĢarmasının, kazanılmaz denilen savaĢları kazanmasının, yapılamaz denilen devrimleri yapabilmesinin, asıl hayranlık duyulması gereken eylemler olduğunu belirtiyor. Ayrıca, uzağı görebilen, çok geniĢ kapsamlı düĢünebilen bir büyük adamla, ancak önündekini görebilen, alıĢılmıĢın dıĢında düĢünemeyen bir yığın küçük adamın yazgılarını birleĢtirmelerinden doğan bunalımlar üstünde durulup, bunca olumsuz koĢula rağmen, Atatürk'ün bu bunalımlardan sıyrılıĢlarında gösterdiği beceriye özellikle değiniliyor. O zaman, çağını aĢan bir önderin, kendi insanlarını çağının düzeyine getirebilmek uğrunda verdiği zorlu savaĢ bir destan niteliğine bürünüyor. Böylece Atatürk de, mutlu sonla biten bir trajedinin kahramanı olarak destanlaĢıyor. Yazarın O'na duyduğu hayranlık, bu destanın dile getiriliĢindeki içten heyecanda kendisini bulmaktadır. Burada da yazarın sanatçı kiĢiliğiyle karĢılaĢıyoruz. Kitap, yer yer bir romanın sürükleyici havasına girmekte, baĢarılı betimlemelerle bütün bir çağ, insanlarıyla, törelerile, olumlu-olumsuz yanlarıyla gözümüzün önüne serilmektedir. Çoktan tarihin malı olmuĢ kiĢiler, geçmiĢin karanlıklarından çıkıp satırların arasında dolaĢıyor. Her milletten politikacılar, askerler, hükümdarlar, serüven adamlardır bunlar. Kimine iyi diyoruz, kimine kötü; kiminin davranıĢını olumlu buluyoruz, kimininkini olumsuz; kiminden hoĢlanıyoruz, kimine öfkeleniyoruz; tıpkı bir romanda olduğu gibi. Bu kitapta tarih romanlaĢıyor. Burada da yazarın romancı kiĢiliğiyle karĢılaĢıyoruz. Ele aldığı konuyu derinlemesine ve iyi niyetli bir tutumla inceleyen: tarihe yön vermiĢ bir büyük adama duyulan hayranlığa, bir destanın coĢkusu içinde okuyucuyu da ortak edebilmeyi baĢaran; yakın tarihi hem Türklerin, hem diğer ülkelerin açısından ele alarak, olayların geliĢmesindeki heyecanı bize verebilen bu kitabın, Türk okuyucusunun da büyük ilgisini çekeceğine inanıyoruz. www.kuyruksuz.com
  • 2. www.kuyruksuz.com Kitap ilkin 1929'da yayınlanmıĢ, daha sonra bir son bölüm eklenerek defalarca basılmıĢtır. Ġngiltere, Fransa, Ġtalya ve Amerika'da yayınlanan bu eser, toplam yedi yabancı dile çevrilmiĢtir. Esat Nermi Erendor BĠRĠNCĠ BÖLÜM 1. TÖREN ''Çocukluğumdan silinmez bir berraklıkla hatırladığım tek yaĢantı okula baĢlamamam sorunuyla ilgiliydi.'' Daha sonra reformlar gerçekleĢtirecek olan büyük devrimci böyle anlatıyor. ''Bu konuda annemle babam farklı görüĢteydiler. Annem eski törelere, eski göreneklere göre yetiĢmiĢti ve bütün varlığıyla sakin, yumuĢak, hiçbir Ģeyin sarsamadığı bir dindarlığa bağlıydı. Bundan dolayı da benim sarıklı bir hocanın, katı Ġslam geleneğine göre dinsel öğretim yaptığı mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Bunu istemesinin bir nedeni de, böyle bir okula baĢlanırken gelenek gereği dinsel bir törenin yapılmasıydı. Böylesi bir törenle o günü unutulmaz bir gün kılmak, bu Ģekilde de çocuğa ailesiyle olan bağının ötesinde, artık ciddi yükümlülükler öngören büyük Müslüman topluluğuna katıldığının bilincini aĢılamak amaçlanıyordu. Buna karĢılık babam ileri görüĢlü bir adamdı, sarıklı takımından hoĢlanmazdı ve Batı'dan gelme düĢüncelerin ateĢli bir yandaĢıydı. Bundan dolayı da arzusu beni, Kuran'ı değil de, yeni bilimleri öğretimini temeli yapmıĢ laik bir okula vermekti. GörüĢlerdeki bu çatıĢmadan küçük manevrayla sonunda galip çıkan babam oldu. GörünüĢte annemin isteğine uyarına, benim alıĢılmıĢ dinsel törenle Fatma Molla Kadın din okuluna gönderilmeme razı oldu. Okula baĢlayacağım günün sabahı annem bana beyaz bir giysi giydirdi, baĢıma sırma iĢlemeli bezden bir sarık sardı, elimde de yaldızlı bir dal tutuyordum. Az sonra hoca bütün öğrencileriyle birlikte, yeĢile boyanmıĢ olan kapımızın önünde göründü; bir dua okundu, parmak uçlarımı göğsüme ve alnıma götürerek annemin, babamın, hocanın önünde eğildim, hepsinin ellerini ayrı ayrı öptüm. Yeni arkadaĢlarımın ''yaĢa'' diye bağrıĢmaları arasında, neĢeli bir alay Ģeklinde kentin sokaklarından geçerek caminin yanında bulunan okula gittik. Buraya varılınca tekrar hep bir ağızdan bir dua okundu; hoca beni elimden tutup duvarları çıplak, kubbeli bir salona götürdü, burada bana Kuran'ın kutsal dünyasının kapıları açılacaktı. Kısa bir süre sonra -tam olarak hatırlayamıyorum- babam beni pek fazla bir zorlukla karĢılaĢmadan Fatma Molla Kadın okulundan çıkarıp, Avrupa modeline göre özel bir ilkokulu yöneten yaĢlı ġemsi Efendi'ye götürdü. Annem memnundu, arzusu ne de olsa yerine gelmiĢti ve inancına saygı gösterilmiĢti. Çünkü gönlünün isteği olan tören yapılmıĢ bulunuyordu.'' Bu çocukluk yaĢantısının o zamanlar -1880'de doğduğuna göre- yedi yaĢında bulunan Mustafa'yı unutulmaz derecede etkilemiĢ olmasına ĢaĢmamalı. Kendi evinde yüz yüze gelip de babasının zekice davranıĢıyla büyümesini önlediği bu zıtlık, daha sonra hep karĢısına çıkacak bir ana sorun olacaktı. Eskinin yeniyle çatıĢması, böylesi bir ikiliğin oluĢtuğu dönemde doğmuĢ bulunanların gözleri önünde hep somutlaĢmıĢ, sonra da kiĢiliklerinin oluĢumunda belirleyici bir etken olmuĢtur. O günlerde Osmanlı Ġmparatorluğu kuĢkusuz henüz sarsılmıĢ durumda değildi. Büyük halk yığınları, Mustafa'nın annesi gibi; Allah'ın takdir ettiği bu düzeni derin bir saygıyla benimsemiĢ durumdaydı; padiĢahlarını da Allah'ın yeryüzündeki kutsal temsilcisi olarak görmekteydi. Din ve hayat kesin bir birlik içindeydi; Tanrısal buyruklarla insanların koyduğu yasalar arasında hiçbir çeliĢki yoktu; dünya nimetlerinden yoksun oluĢa ise sakin bir sabırla katlanılıyordu, çünkü bu yoksulluk ilerde cennette her Ģeye sahip olunarak giderilecekti. Aslında peygamberin yeĢil bayrağı altında, genellikle hiç de kötü yaĢanılmıyordu. Türk efendiydi, ya da hiç değilse öyle olduğunu sanıyor ve savaĢların yükünü omuzluyordu. Askerlik hizmetine alınmayan yerli Hristiyanlarla Yahudilerin iĢleri tıkırındaydı. Vergiler gerçi hem ağır, hem de geliĢigüzeldi, ama vergi kaçırmanın da bin türlü yolu vardı. Yabancılar ise bir ayrıcalıklar ağının koruması altında hemen bütün ticareti ellerinde tutuyorlar, gerektiğinde devlet kasasının eksiğini bile tamamlıyorlardı. Bunlar ülkeye yalnızca Batı'nın mallarını ve kültür araçlarını getirmekle kalmamıĢlar, onun huzursuzluğunu da taĢımıĢlardı. *** www.kuyruksuz.com
  • 3. www.kuyruksuz.com Yıl 1887, halifelik tahtında oturan Sultan Abdülhamit'tir; Osmanlı hanedanının uzun hükümdarlar listesinde herhalde ehliyetsiz denilecek olanlardan biri değil. Çok sevilen bir padiĢah olan Abdülmecit'in ikinci oğluydu; kader onu hiç umulmadık bir anda, biraz da ürkütücü biçimde en yüksek iktidar makamına çıkarmıĢtı. Kendisinden önceki iki padiĢah, halk iradesinin sözcüsü sayılan ulemanın desteğiyle giriĢilen darbelerle tahtlarından indirilmiĢlerdi. Ġlkin amcası Abdülaziz'i indirmiĢlerdi (*); bu padiĢahın olağandıĢı hayallere dalan ruhu giderek ölçüyü kaçırmıĢ, sonunda Tanrı'ya benzemek kuruntusu içinde dengesini yitirmiĢti. Tahttan indirildikten sonraki günün sabahında, kendisini bilek damarları kesilmiĢ olarak yatağında ölü buldular. Hekimler kurulu bunu intihar olarak açıkladı. Kamuoyu ise baĢka kanıdaydı. Ondan sonra tahta çıkan V. Murat'ın durumu daha iyi olmadı. Aslında devleti yönetenler nazırlardı. Bunlardan Abdülaziz'e karĢı darbeye katılmıĢ olanlardan ikisi, nazırlar kurulu toplantısındayken, öç almak isteyen biri tarafından öldürüldü (*). Avrupa yakasındaki illerde ayaklanmalar sürüp gidiyordu; Hristiyanlarla Müslümanlar birbirlerini boğazlamaktaydı; büyük devletlerin -o zamanki adıyla düveli muazzamanın- filoları gözdağı vermek için hemen koĢup gelmiĢlerdi. Ġmparatorluk parçalanmak üzereydi. V. Murat zayıf bünyeliydi, birkaç ay sonra iyileĢmeyecek derecede ruhsal hastalığı bulunduğu gerekçesiyle, devleti yönetecek yetenekten yoksun olduğu ilân edilerek tahttan indirildi. Bu önemli hastalığına iliĢkin rapor ise daha sonra alelacele düzenlettirildi. Küçük kardeĢi Abdülhamit o zamanlar 34 yaĢındaydı; uzun boyu, vakur bakıĢlı iri gözleri, kudret belirtisi kartal burnuyla gösteriĢli bir Ģehzadeydi; çok iyi ata biniyor, çok ustaca kılıç kullanıyordu; Sultan Osman'ın kılıcını kuĢandığında bütün baĢkent onu Türk devletinin yenilikçi hükümdarı diye alkıĢlayarak selâmladı. Her iki padiĢahın da tahttan indirilmesinde, asıl yönlendirici kafa olan sadrazam Mithat PaĢa, tahta çıkarken Abdülhamit'i ünlü ''1876 MeĢrutiyeti''ni ilân etmekle yükümlü kılmıĢtı. Zeki, enerjik bir adam olan Mithat PaĢa son derecede baĢına buyruk ve haĢin mizaçlıydı; Türkiye'nin hızla modernleĢtirilmesiyle Avrupa'da iyi izlenimler uyandırılacağı, böylece de ''Bosforun Hasta Adamı''na yöneltilebilecek müdahaleler için her türlü bahanenin bertaraf edileceğini düĢünüyordu. Ne var ki bu konuda çok acı hayal kırıklıklarına uğrayacaktı. Tam iki yıl sonra Ruslar, Plevne'de Türklerin Ģanlı bir savunmayı gerçekleĢtirmelerine rağmen Ġstanbul kapılarına dayandılar. Ġlgili büyük devletlerin birbirlerini çekememeleri sayesindedir ki, Osmanlı Ġmparatorluğu kolunun, bacağının kesilmesiyle besbelli ölümüne neden olacak bir ameliyattan kurtuldu; böylesi kurtuluĢu ilk kez oluyor değildi, son kez de olmayacaktı. 1878 Berlin Kongresinde, Bismarck'ın çabasıyla, çıkmak üzere olan bir dünya savaĢı önlendi; Türkiye gerçi Tuna boylarında birkaç ilini vermek zorunda kaldı, ama yine de her iki kıtadaki sınırları içinde egemenlik durumunu zedelenmeden korudu. Abdülhamit ilk saltanat yıllarının bu kötü deneyimlerinden kendi hesabına yararlanmayı bildi. Mithat PaĢa, bir çeĢit saray nazırı gibi, hükümeti kendi bildiğince yönetmeyi düĢünürken, sürgüne gitmek zorunda kaldı. Daha soluk almaya vakit bulamadan da, Sultan Abdülaziz'i öldürtmekle suçlanarak hapse atıldı, çok kısa bir süre sonra da orda, tam anlamıyla açıklanamamıĢ bir Ģekilde öldü. PadiĢah hiç de küçümsenmeyecek bir adam olduğunu kısa zamanda gösterdi; ülke için ne gerekiyorsa hepsini kendisinin daha iyi yapacağı kanısındaydı, bundan dolayı da bütün yönetimi tek baĢına eline aldı. Kendi anlayıĢına göre doğru bildiği Ģeyler vardı, ancak bunlarda hep yanıldı; daha doğrusu kaderini belirleyen kendisini aĢıp geçen tarihin akıĢı oldu. Fakat yine de imparatorluğu zar zor da olsa otuz üç yıl daha ayakta tutmayı baĢardı. Aslında o da reformlar istiyordu; devletin varlığını sürdürebilme kavgasında, değiĢen koĢullara ayak uydurulması zorunluluğunu o da biliyordu. Fakat bu süreç ateĢli yenilikçilerin istediği gibi değil, daha akıllıca, daha ılımlı bir tarzda ceryan etmeliydi. Yenilikçilerin zorlaması elbette göz önünde tutulacaktı, fakat onlar bu tutumlarıyla ne yazık ki dıĢ tehlikeler karĢısında haklı kaygılara yol açıyorlardı. Hele meĢrutiyet... Müslüman halk yığınları için esrarengiz bir kelimeden, içeriği bulunmayan soyut bir kavramdan baĢka Ģey değildi. Sorumlulukların bilincinde olarak kendi kendisini yönetme, yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen bir halka bir çırpıda benimsetilebilir miydi? Nitekim bir süre sonra Jön Türklerin demokrasilerini ne kılığa soktukları ya da sokmak zorunda kaldıkları görülecektir. Hayır, eski dayanakları fırlatıp atmazdan önce, yeni destek direklerinin konması gerekirdi. Reform önce zihinlerde yapılmalıydı, sonra da bedenlerde. Eski Ġslami devlet yapısında bir modernleĢtirmeye, bu zorunlu, fakat son derece rizikolu giriĢime kalkıĢmazdan önce, Avrupalıların www.kuyruksuz.com
  • 4. www.kuyruksuz.com yanında çıraklık yapılmalı, becerileri inceden inceye öğrenilmeli, neyin gerekli olup neyin olmadığı iyice anlaĢılmalıydı. 1876 Anayasası sessizce bir kenara kondu, parlamento toplantıya çağrılmadı. Abdülhamit'in görüĢüne göre buna daha zaman vardı, Ģimdilik sırası değildi. Fakat bir yandan da gençliğe Batılı düĢüncelerin kapılarını açan da o oldu, hiç değilse saltanatının ilk döneminde kafaların yenilenmesi konusunda ileri görüĢlü davrandı. Laik okullar açıldı, buralarda Ġslâmî düĢünce yapısına göze çarpacak derecede ters düĢen yeni bilimler öğretiliyordu. Batı üniversitelerine gençler gönderildi, çok sayıda subay Avrupa ordularında eğitim gördü, yurtdıĢından öğretmenler ve uzmanlar getirildi. Galatasaray'da, Türkiye'nin Oxford'u olan bu okulda, seçkin bir aydın zümresi modern bilginin bütün olanaklarıyla yetiĢtirilmekteydi. Ancak yurtiçindeki bu dönüĢüm ürünlerini verinceye kadar, komĢuların giderek artan baskısının da gözden uzak tutulmaması gerekiyordu. Her an için daha güçlü olanların saldırısına uğranabilirdi. Buna karĢılık yapılabilecek olan yalnızca sakıngan davranmak, kurnazca oyalamak, sözde garantiler vermek, aldatma ve kandırma yollarına sapmaktı, yani güçsüz olanın savaĢ araçlarıydı. Böylece Abdülhamit diplomatlık sanatının bir büyük ustası oldu. Tehlike bulutları toplanmaya baĢlanır gibi olunca, her seferinde hasımlardan birini diğerine karĢı kıĢkırtmayı, sonra da her ikisinin arasından bir tilki kurnazlığıyla sıyrılmayı baĢardı. Ġmparatorluğun görkemli baĢkenti Ġstanbul'da, peygamber vekili sert, fakat giderek daha da kaygı verici olan bir inatla -bu arada belli belirsiz vehimlere de kapılmıĢtı- atalarının büyük mirasını elinde tutmak için çabalarken, ülkenin bir köĢesinde, üstelik dini bütün kimselerin arasında bir erkek çocuk doğmuĢtu; bu çocuk bin yıllık halifelik tahtını devirmek ve son sultanı ülkeden kovmak görevini üstlenecekti. Küçük Mustafa'nın ailesi Selanik'in Türk mahallesinde ahĢap, dar bir evde oturmaktaydı; eskiliğin gri pasıyla kaplı, her yanda görülen cinsten bir evdi bu. Pencereler sık kafeslerin arkasında saklıdır, kapılar her zaman sımsıkı kapalı durur. DıĢardan kapının pirinç tokmağı çalınınca, gelen kimseye ne istediğini sormak üzere, ilkin kapının yan tarafındaki dört köĢe gözetleme deliği açılırdı; gelen bir erkekse evdeki kadınlara gözden kaybolmaları için vakit bırakılırdı. Daracık yollar ve sokakcıklar düzensiz karmakarıĢıklıkları içinde, bir iĢe yaramaktan çok, bir tabloda yer almaya daha elveriĢliydiler; bu yollarda gürültülü trafik yoktur, bağırıp çağırmalar yoktur, ses yoktur. Orda burda belki oyun oynayan bir grup çocuğa rastlarsınız; bu ülkede gençliğin özelliği olan sessiz, ağır baĢlı davranıĢlarıyla oyunlarına dalıp gitmiĢlerdir. Kimi sarıklı, kimi fesli adamlar ağır, ölçülü adımlarla gelip geçerler; yapılacak her telaĢlı hareket âdeta onların vakarını zedeleyecek gibidir. Kadınlar, karalara bürünmüĢ kadınlar, hepsini birbirine benzer kılan yaĢmaklar içinde, rahibeler gibi giyinmiĢ olarak, çoğu kez ikiĢer ikiĢer, ürkek, hemen hiç ses çıkarmayan bir yürüyüĢle evlerin önünden kayıp giderler. Her Ģey huzur dolu, âdeta mutlu ve biraz da uykulu bir sessizlikle kaplanmıĢ gibidir; arada sırada çeĢit çeĢit sebzeler, meyveler ya da çiçekler satan bir satıcının, Ģarkı söylercesine makamla uzun uzun haykırıĢı bu sessizliği yırtar. Bu adamlar sokak satıcılığı iĢini, Ģiirimsi bir kılığa sokmasını, örneğin Ģeftalileri ev kadınlarının hoĢuna giden beyitler okuyarak satmasını bilirler. Mustafa, kendi içine kapanık, geleneklerine bağlı, böylesi dinginlikte bir dünyada büyüdü ve baĢlangıçta hiçbir Ģey üstüne titrenilen bu güven ortamını bozmayacakmıĢ gibi görünüyordu. Çağın huzursuzluklarından ancak pek azı, evlerinin sakin hayatını etkileyebilmekteydi. Burda evin ekseni anneydi; her Ģeye canlılığı, sıcaklığı, iyiliği ve yumuĢaklığıyla yön veren oydu. O zamanların Türk kadını, gelenek ve görenek gereği ailenin çerçevesi içinde yaĢardı. Evin dıĢındaki heyecanlar, eğlenceler, hele erkeklerle bir araya gelmek ona yasaktı. Kocasının yakınlarına bile kendisini gösteremezdi ve güneĢin batmasıyla birlikte sokaklarda, meydanlarda tek bir Müslüman kadına rastlanamazdı. Böylesi esrarlı bir tabuyla çevrili halde kadının yaĢayıĢı çok dar sınırlar içinde yoğunlaĢmıĢtı. Kadın küçük, fakat tümüyle kendisine ait bir dünyada benliğini arıyor, bütün varlığını onunla dolduruyordu. Ama bu sınırlı dünyanın içinde egemen olan da kendisiydi; ona hele anne olmuĢsa, törensel bir huĢuyla derin saygı gösterilir, el sürülmez bir çeĢit kutsal hale etrafını kuĢatır ve onu dıĢ dünyanın kaba gerçekleriyle yakın temasa geçmesinden korurdu. Dini inançla kutsallaĢtırılmıĢ evlilik bağı ise bir bakıma özgürlük demekti. Böylesi bir bağ insanı bunaltmaz, aksine onu yüceltirdi. Bu Ģekilde bir kenarda kalmak, gündelik hayatın dağdağasından uzakta durmak, kiĢinin iç dünyasını geliĢtirmeye yarıyordu. www.kuyruksuz.com
  • 5. www.kuyruksuz.com Mustafa'nın annesi Zübeyde Hanım uzun süre Ġslâmiyetin katı çevresi içinde yaĢadı, dünyanın sorunlarından pek az haberi oldu ve Avrupa'da adına eğitim denilen Ģeyden de uzak kaldı ne var ki bu yüzden ne insanlığındaki yüksek hasletlerin zenginliğinde bir azalma olmuĢtu, ne de değerli ve geçerli olan Ģeyleri ayırt etmede kafası daha az çalıĢmaktaydı. Onun kiĢiliğinden çevresine sürekli sakin bir ıĢın yansıtmaktaydı. Kendi isteğiyle ilk bakıĢta çapraĢık görünen yollara sapmıĢ oğluna hiçbir zaman engel olmamıĢ, kiĢisel arzularını dıĢa vurmamıĢ, kiĢiliğini geliĢtirmesinde oğlunu serbest bırakmıĢ, çoğu kez de onu anlamaya gücü yetmemiĢti. Çok geçmeden de oğlu, anne için tümüyle yabancı bir dünyanın içine dalmıĢtı. Anne ise kaygılarını ve tasalarını içine gömerek kenarda kalmıĢtı. Bütün hayatı fedakârlık, feragat ve baĢkaları için yaĢamaktan ibaretti, ama belki de özellikle bundan dolayı farkında olmadan oğlunu derinlemesine etkilemiĢ, ona tüm bilgilerden, tüm becerilerden çok daha önemli olan tertemiz insani değerleri aĢılamıĢtı. Daha sonraları en olmayacakmıĢ gibi görülen atılımlara kalkıĢmayı göze alabilen bir büyük ruhsal enerjinin tükenmek bilmez kaynağı haline gelecek bu adamdaki kendine güven duygusu, özellikle de benliğin bağlarından kurtulabilmesi, baĢkalarına yönelik özgeci tutumu, herhalde annesinden ona geçmiĢ bir miras olsa gerektir. Galiba oğul da bunu, annesine neler borçlu olduğunu biliyor ya da sezinliyordu. Çünkü annesi yaĢadığı sürece ona, Türkiye gibi analara aĢırı değer vermenin gelenek olduğu bir ülkede bile her zaman görülmeyecek derecede derin bir saygı ve sevgiyle bağlı kalmıĢtır. Bu da onun baĢkaca duygulara, genellikle duygusallığa pek yer vermeyen karakterinin insancıl açıdan en sempatik özelliklerinden biriydi. Benliğindeki gerçekçi, uyanık, ileriye yönelik ve inançsız yanları da herhalde babasından almıĢ olmalıdır. Ailenin kökeni hakkında pek az Ģey biliniyor. Mustafa'nın soyunun Küçükasya'nın iç kesimlerinden Anadolulu köylüler olduğu ve pek uzak sayılmayan bir zamanda oradan Selanik'e göç ettiği söyleniyor. Bu söylenti doğru olabilir. Daha sonraları devlete yön verecek bir adamda bulunan aĢağılanmaya katlanmayan dikbaĢlılık, akıllıca kurnazlık, inatçı sebatkârlık gibi özellikler genellikle Anadolu insanına özgü karakter belirtileridir. YaratılıĢtan basit insanın doğru sözlülüğüne sahipti. Onun sarıĢın ve mavi gözlü olması da Anadolu kökenli oluĢuna karĢı ileri sürülecek bir görüĢü destekleyecek nitelikte değildir. Siyah saçlı insanların yoğun olduğu Akdeniz kıyılarından, Küçükasya'nın içerlerine, doğuya doru ne kadar çok gidilirse, sarıĢın tiplere de o kadar sık rastlanır. Burada Güneydoğu Avrupa'nın özellikle de Yakındoğu'nun, yani asıl Türkiye bölgesinin çok karmaĢık ırk sorununu ayrıntılı Ģekilde araĢtırmak gerekiyor; ne var ki bu bölgeye çağlar boyu, o kadar çok halk üst üste gelmiĢ, birbirlerini öylesine etkilemiĢlerdir ki, ırk konusunda doyurucu bir açıklama yapılması olanaksızlaĢmıĢtır. Babası, Ali Rıza, bir subayın oğlu, önceleri gümrük memuru olarak çalıĢmıĢ, sonra da kereste ticaretiyle uğraĢmaya baĢlamıĢ. Özgürlükçü düĢüncelerle aydınlanmıĢ olanlardan biri; Ġslâmî devlet yapısının çürüklüğünü anlamıĢtı, imparatorlukta tepeden tırnağa köklü reformların yapılması gerektiği kanısına varmıĢ olanlardandı. Ne var ki bu görüĢte olanlar Ģimdi, 70'li yılların geriye dönüĢ ve hayal kırıklığı ortamında, ülkede sesleri çıkmayan bir zümre halindeydiler. Tevekkül içinde umutlarını geleceğe bağlamıĢlar, böylesi bir görev için daha iyi hazırlanmıĢ, daha sonraki nesillerin bu umutlarını gerçekleĢtirmesini beklemekteydiler. Yoksa babası ne diye biricik oğluna - Mustafa'nın bir erkek kardeĢi çok küçükken ölmüĢ, sadece bir kız kardeĢi kalmıĢtı- yumuĢak bir kararlılıkla esaslı, fakat yeniçağa özgü bir temel eğitimin yolunu açsın? Bu ilk çocukluk yılları, küçük Mustafa için kısa süren bir mutluluk dönemi olmuĢ olmalıdır. Güvenceyle dolu bir yuva, sevgiyle bağlanılmıĢ, bir tane ve her Ģey olduğu kolayca hissedilen bir anne, kendisiyle oyunlar oynanabilecek küçük bir kız kardeĢ, okula gitmeyi eğlenceli kılan yaĢlı, dost bir öğretmen. Sonra da baba, derin saygı beslenen ve akĢam eve geldiğinde, selâm niyetine töre gereği eli öpülen bir baba. Onun yanında oturulmaz, onun yanında lafa karıĢılmaz. Eski görgü kuralları katıydılar, ama bunların yavaĢ yavaĢ terk edilmesine yol açan yumuĢak bir hava da vardı. Fakat baba ansızın öldü. Aile geçim bakımından zor durumda kalıverdi. Anne Selanik'teki evi kapatarak, her iki çocuğuyla birlikte köye, kardeĢinin yanına taĢındı; kardeĢinin Selanik'ten at yürüyüĢüyle iki saat uzaklıkta Langaza köyünde küçük bir çiftliği vardı. Küçük Mustafa burada dayısının iĢine yarayabilirdi, öyle ya yeterince güçlü görünüyordu; kaygılanmaya hiç gerek yok, dayısı Mustafa'yı iyi bir çiftçi yapardı, bu da bir adamı geçindiren bir meslekti. Yani koyunları gütmek, ahırları temizlemek ve buna benzer basit, fakat sağlığa yararlı iĢler demekti bu. Çocuğun hoĢuna gitmiĢti doğrusu. Okul, hep okul kalır ve burada açık havada yaĢamak, daracık kentte yaĢamaktan çok daha güzeldir. BaĢlangıçta iĢler Mustafa'ya hiç de kolay gelmedi, www.kuyruksuz.com
  • 6. www.kuyruksuz.com ama bu çeĢit çalıĢma adaleleri geliĢtiriyor, vücudu da çelikleĢtiriyordu. Çiftçi olacaktı, hem niye olmasındı? Çiftçilik insanı kendi kendisinin efendisi yapar ve kimseye de boyun eğdirmezdi. Küçük Mustafa'nın en hoĢlandığı uğraĢ, açık havada tarlaların ortasında oturup sürüyle gelen kargaları ekinlerden uzak tutmaktı. BaĢlıca iĢi de buydu. Arada sırada küçük kız kardeĢinin de yanına geldiği oluyordu, ama çoğu kez yalnız baĢına kalıyordu, saatlerce yalnız. O zaman insan düĢünebilir, hayaller de kurabilir. Neyi düĢünürdü, nelerin hayalini kurardı? Ġnsanın kendisi de bilmez bunu. Masmavi gökyüzüne bakarak, boz atmacaların daireler çize çize uçuĢunu seyre dalar, düĢünceler de birbirini izler durur. Ne var ki bu sırada anne, oğlu için sessizce baĢka bir gelecek kararlaĢtırmıĢtı. 2. ASKERĠ ÖĞRENCĠ Köyde geçen bu iki yıllık çıraklık devresinden sonra, günün birinde Mustafa tarladaki bekçilik nöbetinden eve çağrıldı. Annesi ona yeniden Selanik'de okula gidebileceğini söyledi; teyzelerinden biri Mustafa'yı yanına alacağını bildirmiĢti. Okul ve üst baĢ için gerekli parayı ise anne biriktirmiĢ bulunuyordu. O günlerde çoğu kez üzgün görünen annenin Ģimdi dıĢa vuran neĢesi, hülyaları ve serbestliğiyle avare saatlerin bitiĢini gidermek ister gibiydi. Kaldı ki Mustafa'nın kendisi de zaman zaman gizli bir huzursuzluk, belli belirsiz sıkıntılar da duymamıĢ değildi; içindeki körleĢtirilmiĢ güçler kıpırdanmaktaydılar. Köyde bu zoraki kalıĢ on bir yaĢındaki çocuğa sağlık bakımından iyi gelmiĢti. Temiz hava ve adalelerin sürekli iĢletilmesi vücudunu geliĢtirmiĢ ve direncini artırmıĢtı. Bu da ona tükenmek bilmez enerjisini ve sinirlerinin çelik gibi sakinliğini sağlayacak bir zindelik sermayesi oluĢturmuĢtu. Daha sonraki yıllarda baĢaracağı olağanüstü iĢler için, sahip bulunması zorunlu ilk önkoĢullardı bunlar. Öte yandan nice zaman yalnız baĢına kalıĢı ona, belirli bir konuda uzun uzadıya düĢünmek, kılı kırk yararcasına kafa yorabilmek gibi alıĢkanlıklar aĢılamıĢ, çevreden soyutlanmak ve yalnız baĢına kalabilmek yatkınlığını güçlendirmiĢti. ġimdi gittiği ortaokulda -burası da özelbir kuruluĢtu, o zamanlar Türkiye'de okula devam zorunluluğu yoktu- çarçabuk kendini toparlamıĢtı. Öğrenmek ona güç gelmiyordu. Fakat fazla gayretli bir öğrenci de değildi. Özsaygısına fazla duyarlı biçimde düĢkün oluĢu, kolayca parlayan, içine kapanık mizacı öğretmenlerin her zaman sevgisini kazanmasını engelliyordu. Bu hali tam bir yıl sora onu acıklı bir olayın içine sürükledi. Aslında olayın nedeninde pek trajik bir taraf yoktu. Bir okul arkadaĢıyla kavgaya tutuĢmuĢ, bundan da çocukların iki taraf olması sonucu tam bir meydan dövüĢü doğmuĢtu. Ne yazık ki o sırada Kaymak Hafız dedikleri Arapça öğretmenleri koĢup gelmiĢti. Kabahatlı olduğu kanısına vardığı Mustafa'yı yakalamıĢ, ona bütün sınıfın önünde bir ibret dersi vermiĢ ve bu ders Mustafa'nın vücudunda kimi mor, kimi kahverengi değnek izleri bırakmıĢtı. Mustafa kendi görüĢüne göre, haksız yere çarptırıldığı bu cezayı sessizce sineye çekmiĢti. Ama sonra eve gelince, bir daha okula dönmeyeceğini bildirmiĢ ve bu kararından da dönmemiĢti. Pekala, pek güzel, ama Ģimdi ne olacaktı? Mustafa'nın gittiği okula benzer, ikinci bir okul Selanik'de yoktu; kalkıp baĢka bir kente gitmek için ise parasal durumları elveriĢli değildi. Yoksa tekrar dayının Langaza'daki çiftliğine mi gidecekti? Hayır, Ģimdi bambaĢka plânları vardı Mustafa'nın. Bundan sonrasını kendisi Ģöyle anlatıyor: ''KomĢumuz bir BinbaĢı Kadri Bey vardı, oğlu Ahmet askeri okula gidiyordu. Bu okulun öğrencileri güzel üniformalar giyiyorlardı ve ne zaman Ahmet'e rastlasam kendisine gıpta ediyordum. Ayrıca sokaklarda da sık sık, süslü üniformaları içindi subaylara da rastlıyordum, böylesine pırıl pırıl bir üniforma giyebilmek için subay olmam gerektiği kanısına vardım''. Zaman zaman bu arzusundan annesine de bahsetmek istedi. Fakat anne bunun sözünü bile ettirmiyordu. Renkli kılığı olan her Ģeyden ürkmekteydi. Asker olmak, günün birinde belki de savaĢa gitmek demekti, oysa tek bir oğlu vardı onun. BaĢka her Ģey olabilirdi oğlu, ama asker asla. Ne var ki öfkeli Kaymak Hafız, istemediği halde yazgısını belirlemiĢti onun. Çünkü Ģimdi Mustafa için iyi bir Ģeyler yapmaktan baĢka çıkar yol kalmamıĢtı. Ġnsan bir Ģeyi kafasına koymaya görsün, eninde sonunda gerçekleĢtirir bunu. Annesine ya da yakınlarından baĢka bir kimseye hiçbir Ģey sezdirmeden on iki yaĢındaki çocuk, babasının bir arkadaĢına baĢvurup, aklına koyduğu iĢi yapması için onunu yardımını rica etti. Eski www.kuyruksuz.com
  • 7. www.kuyruksuz.com bir asker olan bu adam, askerce istekleri anlayıĢla karĢıladı. Selanik'deki askeri okulun yöneticileriyle görüĢüp, Mustafa'nın sınavlara sokulmasını sağladı; o da sınavı baĢarıp okula kabul edildi. Askeri okulların giderleri padiĢah tarafından karĢılanırdı. Böylece burdaki öğrencilerin öğretimlerini sürdürmelerini adeta padiĢahın kendisi üstlenmiĢ gibi oluyordu; dolayısıyla da iĢin Ģakaya gelir yanı yoktu. SerkeĢlik yapan ya da yeterince baĢarı gösteremeyen, nefer olarak orduya gönderilir, orda yıllarca askerlik yapmak zorunda kalır, boğaz tokluğuna eğitim gördükten sonra, belki astsubaylığa yükselebilirdi. BaĢının üstünde böylesi bir Demokles'in kılıcı asılı durunca, insan boyun eğmeyi, her zaman doğru ve adaletli olmasa da kurallara uymayı öğreniverir; nefsine egemen olmaya alıĢır, ancak sık sık içinden isyanetmek arzusuna da kapılır. Genç Mustafa'nın en hoĢlandığı ders matematikti, nitekim çok geçmeden bu dersin parlak bir öğrencisi oldu. Matematiğin hayaladen arınmıĢ, nesnel, apaçık oluĢu, onun gerçeklere yönelik ruhuna uygun geliyordu. Burda sadece verilmiĢ nicelikler vardı, gerçekte var olan nicelikler; burda kesin kararlar verilmesi gerekiyordu; ''olabilir'' ya da ''aĢağı yukarı'' sözlerine yer yoktu. Matematik problemleri üzerinde ileri geri laf edilemezdi, onları çözümlemek gerekiyordu; küçük çapta bir strateji iĢte. Özellikle de zorlukları çekiciydi. Ġlk bakıĢta durum muamma gibi görünüyorsa da, çözümü de yine onun içinde saklıydı, yapılacak olan iĢ sadece bu çözümü bulup ortaya çıkarmaktı. Bir ödevin üstüne ısrarla düĢmek, onun can alıcı noktasını bulmadan rahat etmemek, doğuĢtan kılı kırk yarıcının mizacına göre Ģeylerdi biraz da. Bu sağın bilim dalında bütün arkadaĢlarından daha ilerdeydi. Çok geçmeden matematik öğretmeniyle aralarında dostça bir yakınlık kuruldu. Dünyanın kendisini tanıyacağı adı da bu öğretmenden alacaktı. Öğretmenin de adı Mustafa'ydı, bu yüzden ''Böyle olmayacak bu'' dedi, ''aramızda bir fark olmalı, Onun için bundan böyle senin adın Kemal olsun!'' Bu adı siciline de kaydettiler. Kemal yetkin demekti. Öğretmen ona bir çeĢit belleticilik görevi de verdi; arkadaĢlarının ödevlerini denetleyecek, gerekirse konuyu bir defa daha açıklayacaktı. Böylesi bir ayrıcalıklı yere geçmesi, ondaki kendine güven duygusunu daha da pekiĢtirmiĢti; bu Ģekilde ön plâna çıkması, dürüst bir özeleĢtiri eğiliminden kaynaklanan aĢırı çekingen alçak gönüllülüğünden sıyrılmasına yaramıĢtı. Bu sırada ''Kemal'' gönül heyecanlarından da uzak kalmadı. On dört yaĢının coĢkusuyla komĢuları olan bir genç kıza sevdalandı. KuĢkusuz kızla konuĢabilmiĢ değildi, onu sadece uzaktan seyrediyor ve çevresinde pervane oluyordu. AkĢam üzerleri okuldan eve döner dönmez, pantalonunu çarçabuk ütülettiriyor, sonra da arkadaĢlarıyla oynamak bahanesiyle hemen sokağa fırlıyordu. Ancak oyun oynamak yerine, sevdiği kızın evi önünde bir aĢağı bir yukarı geziniyor, bu dolaĢması mizacındaki inatçı sebatkârlık nedeniyle saatlerce sürüyordu. Belki de o taze güzellik, kafeslerin ardından kendisini ona gösteriyor ve pantalonu bıçak gibi ütülü, vefalı Ģövalyesine kara gözlerinin okĢayıcı bakıĢlarıyla teĢekkür ediyordu. Ne var ki böyle küçük, gerçekten sevimli oyalanmalar, yeni adından övünç duyan delikanlının basamak basamak yükselmesine engel olmadı. Burdaki alt sınıfları tamamlayanlar, ülkede pek az bulunan demiryollarından biriyle Selanik'ten birkaç saatte gidilen, Makedonya'nın iç kesimindeki Manastır'a, askeri liseye giderlerdi. O zamanlar Osmanlı Ġmparatorluğu geniĢ bir Ģerit halinde, Adriyatik Denizine kadar bütün Balkan yarımadasını kaplamaktaydı. Mustafa Kemal'in Manastır'a geldiği yıl, kent silâh Ģakırtıları ve savaĢ gürültüleriyle dolup taĢıyordu; bunlar daha sonra kendisine hayatının uzun bir dönemi boyunca hep eĢlik edecek bir melodinin henüz uzaklardan yankılanan ilk sesleriydi. Top arabalarının tok takırtılarının eĢlik ettiği uzun asker dizileri caddelerden geçiyor, bu sırada padiĢahın sadık savaĢçıları Anadolu'daki yurtlarının yanık havalarını söylüyorlardı. Türkler yine komĢularından birine karĢı cepheye gitmekteydiler. Bu sefer kavga Girit Adası yüzünden çıkmıĢtı; Avrupa'daki dengenin koruyucuları için baĢ ağrıtıcı sorunlardan biri olmuĢtu bu Girit. Yunanlılar bu adada milli ve hayati önemde hakları olduğu kanısındaydılar, Türkiye de kendisine ait olan Ģeyi haklı olarak kendiliğinden vermek istemiyordu. Yeryüzünün kodamanları ise -sık sık görüldüğü üzere- kesin bir çözüm Ģeklinde görüĢ birliğine varamamıĢ ve iĢi oluruna bırakmıĢlardı. Askeri fidanlıkta yetiĢmekte olan, geleceğin mareĢalları yanı baĢlarında ceryan eden savaĢı kuĢkusuz büyük bir merakla izlemiĢler ve henüz yetersiz de olsa, uzmanlık dallarında kazanılmıĢ bilgileriyle yaĢlı generallerin yürüttükleri harekât üzerinde ateĢli tartıĢmalar yapmıĢlardır. Yurt sevgisiyle çarpan kalpleri hayal kırıklığına uğramayacaktı. 1897'de yapılan bu Teselya seferi, uzun bir süre için son kez savaĢ Ģansının gülmesiyle, Türkiye için zaferle sonuçlanmıĢtı. Yunanlılar www.kuyruksuz.com
  • 8. www.kuyruksuz.com sürekli geri çekilip, bir zamanlar tanrılarının oturduğu Olemp dağının karĢısında toplaĢmak zorunda kalmıĢlar, çok geçmeden de solukları büsbütün tıkanmıĢtı. Ordularının komutası Yunanistan'ın genç veliahdı Konstandin'deydi; o sırada az ötede, Manastır'da askeri öğrenci olan biriyle, yirmi beĢ yıl sonra bu sefer kral olarak, kuĢkusuz en zorlu ve en son savaĢında boy ölçüĢecekti. Manastır'daki öğrenci ise Ģimdi ikinci ya da birinci sınıftaydı. Bu dönemde herkesin eğilimleri ve yetenekleri açıkça ortaya çıkmaktaydı; karakterler daha göze çarpar biçimde birbirinden farklılaĢıyor, daha sonraki yılların erkeğinde kiĢiliğinin ilk çizgileri belirginleĢiyordu. O zamanlar on sekiz yaĢlarında olan Mustafa Kemal'in nasıl bir izlenim uyandırdığını, en iyi Ģekilde bir okul arkadaĢının ağzından öğreniyoruz: ''Her zaman bir kenarda kalırdı'' diye anlatıyor bu arkadaĢı, ''kendi içine kapalı, sessiz durur ve kimseyle yakın arkadaĢlık kurmazdı. Fakat bu haline rağmen asla nobran ya da aksi biri değildi, tersine güleryüzlüydü, yapmacıktan uzak bir sıcakkanlılığı vardı. ĠĢin en garip yanı da Ģuydu: Kendisi hiç ortaya çıkmadığı halde, bizi hep o yönetir, fakat bunu sezdirmezdi. Çok okurdu; okuduğu bir kitap üzerinde düĢünmesi ise, üç katı daha fazla zamanını alırdı. Bir defasında ona ''Bizimle oynamıyorsun, her zaman uzakta duruyorsun, ne düĢündüğünü de hiçbir zaman söylemiyorsun,nedir amacını senin?'' diye sorduk. ''Ben öyle sizler gibi olmak istimiyorum, ben bir Ģey olmak istiyorum cevabını vererek yürüyüp gitti.'' Daha sonraları onu efsaneleĢtiren yazılar, portresini de abartlı biçimde çizmektedir. Kesinlikle bilinen ise yeterince basittir: ArkadaĢları üzerinde etkili olan ve onların güvenini kazanan, yetenekli bir öğrencidir; bir de kendi bildiği yolda gitmek niyetindedir. Her zaman dostça davranan görünüĢünün ardında, kesin kararlılığını ve inatçı irade gücünü saklayan, bu hemen anlaĢılmaz insanı arkadaĢları biraz yadırgamıĢ olmalıdırlar. Kendisini elbette ki olduğundan büsbütün farklı biçimde değerlendirecek değillerdi. Zaten onun yüzünde, her zaman görülen tiplerin birbirine rahatça karıĢan, temiz çizgileri, yumuĢak düpedüzlüğü yoktu. Benliği de Doğulu insanlara özgü, yorgun melankoliden hiçbir belirti yansıtmıyordu; Ġslâmiyetin getirdiği yiğitçe, insanca büyük, fakat yine de savaĢmadan, tevekkülle yazgıya boyun eğmek demek olan, huzuru Tanrı'da aramak doğrultusunda da onda hiçbir eğilim yoktu. Onun karakteri daha çok eski göçebe Türkleri hatırlatıyordu; gücünü yitirmeyen canlılığı, pervasız atılganlığı, sertliği ve haĢinliğiyle dünyaya nam salmıĢ bu ırkın özellikleriydi. Yılda bir defa tatillerde eve gidiliyordu. Fakat annesiyle arasına geçici bir soğukluk girmiĢti. Çünkü Zübeyde Hanım Moralı Ragıp adında biriyle yeniden evlenmiĢti; kocası bütün servetini kaybetmiĢ Moralı tanınmıĢ bir bey olan Abbas'ın oğullarındandı. Annesinin ikinci kez evlenmesini oğul bir türlü hazmedememiĢti. Daha sonra bundan ''Ben anneme âĢıktım, annem de bana'' diye bahseder. Üvey babasıyla asla konuĢmadı, onun için böyle biri mevcut değildi. Ne var ki annesi birkaç yıl sonra yeniden dul kaldı. Mustafa Kemal Selanik'de geçirdiği tatilde, frerler okulundaki bir Fransız rahibinden gizlice Fransızca dersi aldı. Çünkü Fransızca öğretmeni, en çok matematikle ilgilenen bu öğrenciyi, kendi dersinde daha az baĢarılı olduğundan azarlıyordu, bu azarlamalar da onun pek gücüne gitmekteydi. Fransızca iyi bildiği tek yabancı dil olarak kaldı. Bu dönemi anlatırken ''Manastır'da öğrenciler arasında genellikle canlı bir çabalama havası yaygındı, herkes en baĢarılı kiĢi olmak istiyordu'' der. Bu da bilimin kaynakları uzun süre kendilerine kapalı kalmıĢ bir gençliğin öğrenme açlığı, Batı'nın ileri atılımına bir an önce yetiĢmek isteyen bir halkın ateĢli çabasıydı. Böylece merdivenin basamakları birbiri ardından tırmanıldı. Sınavlar engelinin aĢılmasından sonra Mustafa Kemal de, kendisine daha yüksek askeri bilgilerin kapısını açacak imzalı mühürlü diplomayı aldı. Böylece ülkenin baĢkentinde bulunan savaĢ sanatı akademisine, ''Harbiye''ye geçti. *** Yüzyılın sonlarında Ġstanbul'u eski Ģanlı geçmiĢini akĢam güneĢi aydınlatmaktaydı. Kent hâlâ Pierre Loti'nin tasvir ettiği gibiydi: Ġnsanın gönlünü ferahlatan bu kent renkli, albenili, aynı zamanda mistik bir büyüyle kaplıydı; karanlık sırlar, göze çarpan zıtlıklar, çeliĢkiler ve hızlı değiĢimlerle doluydu. Görkem ve çöküntü burda yanyanadır: Yıkıntıların hemen yanı baĢında pırıltılı mermerleriyle saraylar yükselir; gerçek güzelliğin huzur dolu ritmine, yalancı taĢların cafcaflı parlaklığının akordu bozuk sesleri karıĢır. Ortaçağ'la Yeniçağ birbirleriyle inatla karĢı dururlar. Önü açık, küçük dükkanında zanaatkâr oturmuĢ, çömlekçi çarkını döndürmekte ya da eski Bizans'daki gibi bir bakır kaba çekiç sallamaktadır, aynı anda onun biraz ötesinde en modern yolcu vapurlarından biri Altınboynuz'un www.kuyruksuz.com
  • 9. www.kuyruksuz.com önündeki limanda demir atmaktadır. Tramvaylar sabahın erken saatlerinde, geceden kurulmuĢ ve suçlu gömleği içinde bir biçarenin sallanıp durduğu bir darağacının önünden geçebilir. Çok farklı görünümleri ve özellikleriyle her biri kendine özgü kentler olan semtler, yaĢama biçimleri ve töreleriyle de birbirlerinden ayrılırlar: Ġki tarafını denizin kucakladığı yerde eski Ġstanbul kurulmuĢtur, burası Türk bölgesidir: Bir tahta evler, labirentine camileri harikulade yapıların gölgesi vurur; eğri büğrü, çarpık çurpuk bir yoldan ''Babıali'' çıkılır, bu caddenin en tepe noktasında Harbiye Nezaretinin dört köĢeli ''Serasker Kulesi'', asker bir milletin alabildiğine belirgin bir simgesi halinde yükselir; bu sırada bakıĢlarınız bir burnu yeĢil taraslar halinde, maviliklerle çevrili kıyılara indiği, Sarayburnu doğrultusundaki ahenkli silüete takılır; bir zamanlar sultanların oturduğu, içinde nice sırlar saklayan köĢkler buradadır, halifeliğin alameti peygamberin kaftanı da burda muhafaza edilmektedir. Ötede, karĢı kıyıda, dolambaçlı yollarıyla eski Galata bir yamaç üzerinde yükselir ve doğruca Yeniçağ kenti, Hıristiyanların ve yabancı elçiklerin kenti Pera ile birleĢir. Doğu ve Batı, o zamanların bu iki ayrı dünyası burda Altınboynuz'da, onarımı bir türlü bitmek bilmeyen Galata köprüsüyle, ünlü yaya köprüsüyle birbirine bağlanmıĢtır. O günlerde bu köprüde renkli bir kalabalık itiĢip kakıĢır; Türkler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Makedonyalılar, Kürtler, Suriyeliler, Çerkezler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Yezidîler, Dürzîler, Maronîler, hilalin evrensel imparatorluğunu dolduran halklar, dinler ve ırklar mozaiğinin canlı bir tablosunu meydana getirirlerdi. Doğu'nun bu kozmopolit kentine ''Dersaadet'' diyorlardı, yani mutluluk kapısı; doğa bu beldeye güzelliğin ve bereketin her türlüsünü bahĢetmiĢ, o da varlığını zenginlik ve bolluk içinde sürdürmüĢtü, Ģimdi de kendisine sunulan nimetleri telaĢla toplayıp, bunların tadını daha hırslı biçimde çıkarıyordu. Burda yükselmek için güvenli yollar; ille de çıkılması gereken, önceden saptanmıĢ basamaklar yoktu. Herkese bütün olanaklar açıktı; açıkgöz olan, gözüpek olan, daha çabuk saldıran kazanıyordu; sokakta avare dolaĢanın kucağına bir rastlanının, içi dolu bir kese fırlatması da olmayacak iĢlerden değildi. Hayat sürüp giden bir serüvendi; talih de kör talih de çoğu kez; bir gün ve bir geceden daha kısa zaman içinde tersine dönebiliyordu. Bugün yoksul köĢesinde pinekleyen, yarın lütuflar güneĢinin parlak ıĢıklarıyla aydınlanabiliyordu. Önü sıra atlılar giden gala arabası içinde, debdebeyle sokaklardan geçen, yıldızlı makam sahipleri birkaç saat sonra kendilerini zindanda bulabiliyor, ya da Arabistan'ın bilmem hangi uzak köĢesine doğru sürgün yolunu tutuyordu. Avrupa kurnazlık Doğu'nun zevkleriyle birleĢmiĢti: Afyon, esrar, bunaltıcı mehtaplı gecelerde hülyalara daldırtan uyuklamalar ve çeĢit çeĢit, farklı farklı kadınlar. Ancak burada baĢı örtülü Müslüman kadınından elden geldiğince uzak durmak gerekiyordu, en azından gayrımüslim kimse için bir zorunluluktu bu. Böyle bir gönül oyununun tehlikesi, gerçi onu daha da çekici kılabilir, ama bu çekicilik insanın sırtına kolayca bir bıçak yemesiyle de sona erebilir, öte yandan kutsal yasayı çiğnemiĢ sayılan kadın da bir daha çıkmamacasına Boğaz'ın sularında kaybolup gidecektir. Mustafa Kemal, yirmi yaĢında subay adayıdır; bir taĢra yatılı okulunun kısır çevresinden bir büyük kentin hareketli hayatına geçtiğini anlatmıĢtı. Kitaplar bir süre için kenara itildi, hayatında ilk kez dünya nimetlerine dilediğince el atmanın tadını çıkaracaktı. Bir zamanlar pek gıpta etmiĢ olduğu o gösteriĢli üniforması içinde, endamı yerinde bir delikanlıydı Ģimdi; pek uzun boylu değildi, fakat geniĢ omuzlu, ince belli bir dar kalçalıydı; erkekçe terlemiĢ bıyıklarının uyarılarını hiçbir Ģekilde engellemiyordu artık. Sofra kurulmuĢtu, iĢ sadece lokmaları atıĢtırmaya kalmıĢtı. O da bunu yaptı, hem de her iĢinde her zaman görüldüğü tarzda, kusursuz, esaslı, etkili biçimde yaptı. Kadın denilen varlığın esrarını keĢfetmeye uğraĢtı; böylece delikanlılık yıllarında acı çektiren, rahat kaçırtan, kafasını kurcalayan sır ortadan kayboldu. Bu sırrı anlama hevesi ne var ki daha çok nesnel, hatta yüzeysel plânda kaldı; çarçabuk giderilen kaçamak arzular, neĢeyle taçlanan saatler, ayak bağı olmayan tadı çıkarılıp sonra da unutulan iliĢkilerdi bunlar. Hepsi de dengesinde bir sarsıntı meydana getirmeden cereyan etmiĢti. Hiçbirinde insanı hayatın gerçeklerinden uzaklaĢtıran romantik tasarımlar yoktu; giderek daha çok isteklerde bulunmaya sürükleyen arzu galeyanları yoktu; ''acabalarla, fakatlarla tökezleyen tutuklular, duraksamalar yoktu. Ġç dünyası sağlıklı, güçlü bir bünyenin, acılardan arınarak erkek olmak üzere deri değiĢtirmesi süreciydi bu. *** Gündelik hayat alanında bilgisini, görgüsünü böyle geliĢtirirken, kendisini daha ciddi, daha sürekli uğraĢtıracak bazı Ģeyler de gözüne çarpmıĢtı. Ġnceden inceye akıl yürütme yetisine sahip bu çapta bir insanın, ülkedeki durumun gittikçe kötüye gittiğini, imparatorluk binasında her köĢe bucağın www.kuyruksuz.com
  • 10. www.kuyruksuz.com çatırdadığını farketmemesi olanaksızdı. ''Bosforun Hasta Adamı'' deyimi her bakımdan geçerli bir slogandı artık; gerçekliği söz götürmez bu durum Avrupa hükümetlerince bir oldu bitti sayılıyordu. Hastanın öleceği kesindi, fakat bunun daha ne kadar sürüncemede kalacağı yalnızca bir zaman sorunuydu. Bu arada harbiye öğrencisi -ilk zamanlar derslerinde gösterdiği ihmali, sömestr sonunda çarçabuk telafi ederek- iki yılını geride bırakmıĢ ve kurmay sınıfı için seçilenler arasına girmiĢ bulunuyordu. Böylece daha önce kıta hizmeti görmeden, doğrudan doğruya yüzbaĢı rütbesiyle orduya girmeye aday olmuĢtu. Harbiyenin üçüncü sınıfındayken, yurda iliĢkin konularla ilgilenmeye baĢladı. Çağının bunalımları onu kendiliğinden fırtınalarla çalkalanan bu alana itmiĢti. Uzun zamandan beri bir genç Ģairler kuĢağı yeni bir ideali yücelmiĢ bulunuyordu. Kendi milliyetini düĢünmek, Ġslamiyetin skolastiğinden sıyrılmak, kendi ırkına aykırı düĢen Arap ve Fars klâsisizmini aĢmak, kısacası Avrupa'dan son dalga olarak Doğu'ya ulaĢmıĢ bulunan milli bireyleĢtirmeyi benimsemekti bu ideal. Siyasal açıdan ifadesini Jön Türkler hareketinin reform isteklerinde bulmaktaydı. Jön Türkler hareketi ise XIX. yüzyılın 80'li yıllarında doğmuĢ, sonra XX. yüzyıla geçilirken durdurulamayan bir coĢku durumuna gelmiĢ, özellikle de Türkiye'nin aydın kesimini sarmıĢtı. Jön Türkler'in istekleri çağa uymayan mutlakiyet yönetiminin kaldırılması ve Batı demokrasileri modelinde bir anayasanın kabul edilmesi konusunda yoğunlaĢıyordu. Yazılarla, konuĢmalarla düĢüncelerine yaygınlık kazandırmaya çalıĢıyorlardı. Özellikle Türklerde milli bilinci uyandırmak isteyen bu nitelikte yenilikçi yazılar, hükümetçe tehlikeli sayılarak yasaklanmıĢtı; bu da onlarla daha da enine boyuna ilgilenilmesine neden oluyordu. Ortalıkta bu kitaplar bulunmazdı, fakat çeĢitli yüksek okullarda elden ele dolaĢırdı; bunları paltonun altına saklayıp içeri sokmak hiç de zor değildi. Geeleri yatakhanelerde kendi baĢlarına kaldıkları zaman öğrenciler büyük bir Ģevkle bu kitaplara sarılıyorlardı. Gençlik bunlarda kendilerine yeniden umut veren, iyimserlik kazandıran, karamsarlığın bozguncu telkinlerini ve içlerine sinmiĢ umutsuzluğunu, insanı yücelten, coĢturan bir inanca dönüĢtüren bir Ģeyler buluyordu. AteĢli mısraların Ģairi bunu sağlayanlardan biriydi. Tam anlamıyla milli Türk eğilimini ilk yansıtan Ģairdi ve sürgündeyken vakitsiz ölmüĢtü.Onun özgürlük Ģarkısı devrimin marĢı olmuĢtu. Daha sonraları Mustafa Kemal ''Anlayamıyorduk bir türlü'' diye anlatır, ''böyle vatanseverce kitapları okumamıza neden izin verilmediğini anlayamıyorduk. Anladığımız Ģey devlette bir Ģeylerin aksadığıydı.'' O halde bir değiĢiklik gerekliydi, bunu sağlamak için de eyleme geçilmeliydi, kaskatı kesilmiĢ olan, harekete getirmeli, Ģimdiki düzen yıkılmalıydı. Duygulardaki coĢkunluk tek baĢına eskinin dayandığı direkleri sarsamazdı. Ortalığı bir ''örgütlenme'' sözü kaplamıĢtı; baĢkaldırma ruhu her tarafta noktacıklar halinde billurlaĢmaktaydı. Bu çalkantıya yetiĢmekte olan kurmaylar da katıldılar, var olan düzenin yıkılmasına çalıĢacak, vatan ve özgürlük için savaĢacak gizli bir dernek kurdular. Derneğin bir de yürütme kurulu vardı, Mustafa Kemal de bu eylem kurulundaydı. Daha önceden devrimci terminolojiyi çok iyi öğrenmiĢlerdir ve en önemli Ģeyin öncelikle propaganda olduğunu da bilmektedirler. Bundan dolayı baĢlıca uğraĢları bir gazete çıkarmak oldu, sayfaları teker teker elle yazılıp gizlice dağıtılan bir gazetedir bu. Böylesi bir uğraĢ arkadaĢlarınca takdir edilmelerinin yanı sıra hoĢlandıkları bir çalıĢma da oluyordu. Bu Ģekilde politika sanatında gerekli Ģeylere alıĢıklık kazanıyorlar, henüz biraz karmaĢık olan düĢüncelerini açık ve kesin biçimler halinde ifade etmeyi öğreniyorlardı. En çok çalıĢanlardan biri de Kemal'di; zaman zaman Namık Kemal tarzında bir Ģiirle katkıda bulunduğu da oluyordu. ġiirle ilk tanıĢıklığını, daha önceleri Manastırdayken yapmıĢtı. Bunu ''Son sınıftayken, daha sonra Ģair olan Ömer Naci bizim okula geldi'' diye anlatır. ''Bu Ömer Naci askerliğe uyum göstermediği için Bursa Askeri Lisesi'nden uzaklaĢtırılmıĢtı. Benden okumak üzere kitaplar istedi. Kitaplarımın hepsini kendisine getirdim, bular çoğunlukla içeriği tarih olan eserlerdi. Ne var ki Ömer Naci, bu kitapların hiçbir değeri olmadığını söyledi, okumak zahmetine bile katlanmadı, küçümseyen bir edayla hepsini bir kenara itti. Bu olay beni derinlemesine etkilemiĢti; ilk defadır ki Ģiir sanatı ve edebiyatı gibi bir Ģeyler olduğunu görüyordum, bu konuyla yakından uğraĢmaya karar verdim. Fakat öğretmenlerimden biri, Ģiire merak sarmam konusunda beni uyardı, ''Ģiir seni askerlik mesleğinden uzaklaĢtırır'' dedi. Bunu ben de farketmiĢtim. Ondan sonra gerçek merakım güzel konuĢma ve yazmaya olmuĢtur.'' www.kuyruksuz.com
  • 11. www.kuyruksuz.com Güzel kavramının kapsamına giren konularla iliĢkisi her zaman pratik amaçlı olarak kalmıĢtır: Topluluğa hitap etme sanatı, ifadede akıcılık ve çekicilik sağlama, yani günün birinde kullanılabileceği sezilen Ģeyler. ġiiri de belirli amaçlar için kullandılar, politikanı hizmetinde duyguları coĢturan bir propaganda aracı oldu. Hitabet alanında kendilerini daha da iyi yetiĢtirebilmek için, öğleden sonraki teneffüslerde güzel konuĢma egzersizleri yapıyorlardı. Ellerine bir saat alıp, herhangi bir konu hakkında konuĢuyorlardı; saptanan süre içinde baĢlıca noktaların ayrıntılı ve etkili biçimde dile getirilmesi zorunluydu. Fakat bu gizli dernek, çevreye açılma çabaları nedeniyle elbette ki sürekli gözden uzak kalamazdı. Okul arkadaĢları arasında da böyle komploları, askerlik sadakatıyla bağdaĢtıramayan kimseler vardı. Böyle konularda, her zaman insanın genellikle önemli kazançlar elde ettiği, aĢağılık ispiyonculuğun ille de bulunması gerekmez. Haber vermeyi hiçbir çıkar düĢünmeden yapacak insanlar da bulunur. Her ne Ģekilde olursa olsun, üst makamların kulağına bir Ģeyler çalınmıĢtı; hem de haberdar olan, duymasını hiç istemedikleri, kendisinden çok korkulan bir adamdı, askeri okulların genel müfettiĢi Ġsmail PaĢaydı. Katı bir dindar ve -her zaman temiz olmasa dahi, gayret belirtisi her hizmeti en zengin ihsanlarla ödüllendiren- padiĢahın sadık bendesi olan Ġsmali PaĢa, harbiyenin komutanı Rıza PaĢayı çağırtıp, kendisini öğrendikleri hakkında sorguya çekti. Rıza PaĢa gizli bri komplodan hiç haberi olmadığını ve buna benzer herhangi bir Ģeyi de farketmediğini söyledi. Bunun üzerine genel müfettiĢ pek de haksız olmayarak ''Eğer gözlerinin önünde cereyan eden Ģeyi görmüyorsan okulu yönetmeye de ehil değilsin'' diye karĢılık verdi. ''Bundan sonra daha dikkatli ol!'' Rıza PaĢa gerçekten hiçbir Ģey görmemiĢ olabilir, zira kendisi de içinden gençlerden yana olduğundan, iki gözünü kapalı tutmaktaydı. Fakat hiç değilse bir sefer ''herhangi bir Ģey farketmemezlik'' yapmaması gerekiyordu. Bir gün dernek üyeleri, günlük programda öngörülen derslerini yapacakları yerde, gazeteleri için harıl harıl makalaler hazırlamak uğraĢı içindeydiler. Sınıfın kapısını kapatmıĢlar, dıĢarıya bir de gözcü koymuĢlardı. Aksilik bu yana birden koridordu Rıza PaĢa görünüverdi, gözcünün tehlike iĢaretini vermesine vakit bırakmadan içeri girdi ve bütün ekibi suçüstü yakaladı. Ancak PaĢa etrafa yayılmıĢ yazıları görmemiĢ gibi davranarak, sadece birkaç ders sırasında baĢka Ģeylerle uğraĢıyorlardı.'' Rıza PaĢa'nın koruyuu kanadı sayesinde, bu son yıl bir kazaya uğranmadan tamamlandı. Ve Mustafa Kemal büyük bitirme sınavını baĢararak, 23 yaĢında yüzbaĢılık beratını cebine koydu. Orduyu katılıncaya kadar, genellikle birkaç hafta beklenirdi. Subaylar bu süreden, gizli dernek çalıĢmalarını bir kat daha gayretle sürdürmek amacıyla, yararlanmak istediler. ArkadaĢlarından birinin adına küçük bir konut tuttular, kirasını ortaklaĢa ödeyeceklerdi, burayı örgütün merkezi ve yürütme kurulunun toplama yeri yaptılar. Aynı zamanda Ģimdi daha da büyüttükleri gazete burda hazırlanacak ve burası gizli buluĢmalar için de kullanılacaktı. Ne var ki Ġsmali PaĢa gençlerini tanıyordu. Onların komplo hazırlamaktan vazgeçmeyeceklerini de biliyordu; sadece sağlam kanıtlar elde etmek için fırsat kollamaktaydı, fakat çok sıkı gözetlettirdiği halde bu fırsatı bir türlü yakalayamıyordu. Aradan bir süre geçmiĢti ki, Fethi Bey adında eski bir okul arkadaĢları yanlarına geldi; gençler onun ordudan atılmıĢ biri olduğunu biliyorlardı. Bu Fethi Bey çok zor durumda bulunduğunu, parasız, evsiz ve bir lokma ekmeğe muhtaç kaldığını anlattı; gizli derneğe katılmak ve birlikte çalıĢmak istediğini söyledi. KarĢılığında bütün istediği, kendisine barınacak bir yerin verilmesi, bir de karnının doyurulmasıydı. Dernekteki gençler, aralarına bir kiĢinin daha katılamsına sevindiler; kiraladıkları yer nasıl olsa boĢ duruyordu, zor durumdaki arkadaĢları pekala orada kalabilirdi, hem birinin evde sürekli kalması daha az göze batardı. Örgüte yeni alınan Fethi Bey çalıĢmalara Ģevkle katıldı ve hayli de yararlı olmaya baĢladı. çok geçmeden de bir yandaĢ daha bulduğunu bildirdi. Gençler asıl merkezlerinin yerini baĢlanıgçta belli etmemek için, göze batmayan bir yerde, Galata köprüsünün yakınlarında, sapa bir kahvede toplanılmasını kararlaĢtırdılar. Fethi Bey yeni arkadaĢı oraya getirecek, dernek üyeleri de onu uzaktan inceleyeceklerdi. Üyeler kararlaĢtırılan yerde bir araya geldiler. Az sonra da Fethi Bey yanında, sözde yeni yandaĢ olduğu halde göründü. Ne yazık ki bu gelen yeni yandaĢ, Ġsmail PaĢanın yaverinden baĢkası değildi, yanında bir sürü de jandarma getirmiĢ ve onları giriĢ kapısının önüne sessizce yerleĢtirmiĢti. Kendi ayaklarıyla güzelce bir araya gelmiĢ bulunan bütün dernek üyeleri www.kuyruksuz.com
  • 12. www.kuyruksuz.com hapishaneye götürüldü ve ayrı ayrı hücrelere kapatıldı, orada her biri baĢına gelecekleri rahat rahat düĢünebilirdi. 3. SÜRGÜN BaĢkentin hemen yanı baĢında, Boğazın Avrupa yakasının yemyeĢil bayırlar halinde ıssız tepelere doğru yükseldiği ve bir yandan yakınlardaki Pera'yı, daha ötelerde alabildiğine yayılmıĢ Ġstanbul'u, Asya yakasında da selvilerle kuĢalı Üsküdar'ı gören bir yere, Sultan Abdülhamit hükümdarlık merkezini kurdurmuĢtu. Burası Yıldız Sarayıdır, baĢlı baĢına bir evrendir. Binaları, köĢkleri, küçük saraylarıyla koca bir kent, üç ayrı sur çemberiyle kuĢalı, yüksek ağaçlarla kaplı bir park içine saklanmıĢ taĢ ve mermerden bir ordugâhtır. Sarayın bütün memurları, subayları ve hizmetkârları aileleriyle birlikte, burada dıĢ dünyayla iliĢkilerini kesmiĢ olarak oturmakta, ancak padiĢahın özel izniyle saray bölgesinden dıĢarı çıkabilmektedir. Mağazalar, tamirhaneler, mandıralar, bostanlar, silâhhaneler, - Abdülhamit hayvanlara düĢkün olduğundan- yüzlerce cins atı barındıran ahırlar, manej alanları, hazinelerle dolu mahzenler, bir müze, bir rasathane bu esrarlı surların arkasında saklıydı. Yalnız sekiz yüz aĢçı saray halkı için iĢbaĢındaydı. Ve o da, Allahın yeryüzündeki bölgesi de gönüllü bir mahpus gibi, bu altın kafesin içinde oturmaktaydı; neredeyse otuz yıl olacak bir hükümdarlık döneminden sonra, Ģimdi erken ihtiyarlamıĢ bir adamdı. Uzun boylu levent vücudu eğrilmiĢ, yorgunluktan çökmüĢtü. Resmi kabullerde beyaz güderi eldivenler geçirdiği dikkati çekecek derecede küçük elleriyle Sultan Osman'ın kılıcına dayanıyor, o zaman da kılıcın kabzası çenesinin altına kadar geliyordu. Soyluluk belirtisi kartal burnu Ģimdi bir akbaba gagası gibi, kupkuru yüzünden dıĢarı fırlak hale gelmiĢti; kınalanmıĢ çember sakalının çevrelediği kafası olduğundan daha büyük, daha heybetli görünüyordu. Gençlik yıllarının ciddi bakıĢlı, iri gözleri Ģimdi çukurlarına gömülmüĢtü; bakıĢları bir Ģeyler kolluyormuĢçasına huzursuz, kuĢkulu olmuĢtu; geniĢ ağzındaki donuk sevimli gülümseyiĢ, artık görünüĢünün sıkıntılı kasvetini ıĢıklandıramıyordu. Hâlâ Avrupa'nın en Ģeytan diplomatlarıyla boy ölçüĢebilmekteydi; hasımını pes ettirmek ve kukla gibi oynatmak konusunda bütün hileleri, bütün dolapları biliyordu, ama bütün bunlar alt tarafı sadece birer oyalamadan, adım adım geri çekilmek zorunda kalınan sonu gelmez bir savunmanın yıpratma oyunlarından baĢka Ģey değildiler. Avrupa illerinin bir kısmını, ayrıca Mısır'ı ve Tunus'u kaybetmiĢti; Fransızlar Fas'a yerleĢmeye baĢlamıĢlardı; Avusturya, Balkanlar'da ilerliyordu; Rus devi Panslavizmin tüm ağırlığıyla habire bastırmaktaydı. Muzaffer Hristiyanlık Müslüman dünyasının mülkünü elinden alıyordu. Zamana karĢı cephe alan, onu durdurmaya kalkıĢanın elinde iyilik kötülüğe dönüĢür, en temiz niyet felâketle sonuçlanır. Abdülhamit elbette ki ülkesini kurtarmak istedi, fakat özellikle de bu yüzden türlü tehlikeleri baĢına sardı. -Daha sonraları anlaĢılacağı üzere- doğru bir teĢhisle, ancak katı bir otokratik yönetimin Osmanlı Ġmparatorluğunu daha fazla parçalanmaktan koruyacağı kanısındaydı. Fakat bilgece monarĢi yönetimi, koĢulların baskısıyla zorbaca bir despotluğa; belki de zorunlu olan diktatörlük, dayanılmaz bir zalimliğe; iyi niyetle baĢlayan her Ģeyi göz altında bulundurma çabası, her özgür, her kendiliğinden kıpırdanıĢı önleyen, her giriĢimi kötürümleĢtiren bir basınç halinde ülkenin üzerine çöken bir vesayet düzenine dönüĢmüĢtü. Her Ģeyi tek merkezden yönetme sistemi, en aĢırı bir kararlılıkla uygulanmıĢtı. Ġmparatorluk yönetiminin bütün iplerinin ucu Yıldız köĢkünde toplanmıĢtı; memurlar onun iradesini uygulayan organlar olmuĢlardı. Bu da elçinin raporunda yazdığı gibi ''PadiĢahın iradesi olmaksızın koca imparatorluğun içinde bir taĢ bile yere düĢemez'' demekti. Batı'dan gelen milliyetçilik düĢüncesi, çeĢitli halkları birleĢtiren bir devlet bağı için zehirdi. Bu düĢünce ilkin imparatorluğun temellerini saracak, sonra büyüyüp bağlama yerlerini kaplayacak, arkasından da -ilerde görüleceği üzere- bütün yapıyı çökertecektir. Bu da Abdülhamit'in tam bir bağnazlıkla niçin milliyetçiliğe karĢı çıktığını, vatan etiketi taĢıyan her Ģeyi niçin zihinlerden silmek istediğini ve niçin vatan sözünün ağıza alınmasını bile yasakladığını açıklar. Jön Türklere düĢmanlığı, onların eğilimini acımasızca kovuĢturması da bu yüzdendir. Avrupa kökenli milliyet kavramına karĢı Abdülhamit, Ġslâmiyetin kaynaĢtırıcı-birleĢtirici düĢüncesini çıkarıyordu. Bu www.kuyruksuz.com
  • 13. www.kuyruksuz.com düĢünceye yeniden canlılık kazandırmak, artık iyice hızı kesilmiĢ bu harekete yeni bir atılım ruhu vermek yollarını arıyordu. Büyük Hicaz demiryolu giriĢimi yalnızca bu amaca yönelikti. Daha kolay bağlantı, daha iyi taĢıma olanağı, Müslüman dünyasının dört bir yanından hacı kafilelerini kutsal kentlere -Mekke ile Medine'ye- götürecek, böylece insan yığınlarının oraya rahatça akması, onların hepsini birleĢmiĢ bir Ġslâmiyetin gücü konusunda bilinçlendirecekti. Bu savunmada, bu artık elde tutulamaz hale gelmiĢ olanın korunması için bütün güçlerin bir noktada yoğunlaĢtırılması gereken durumda, yapılması zorunlu Ģeyler yapılmadan kaldı. Artık geciktirilmemesi gereken reformlar, içinde bulunulan zamanın isterlerine, ılımlı nitelikte uygun düĢeceği düĢünülmüĢ reformlar tümüyle durdu. Bu alanda da aslında iyi olan Ģey tersine bir duruma dönüĢmüĢtü. Yeni bilimleri öğreten okullar açılmıĢ, Ģimdi ise bu okulların yarattığı yeni ruh tehlikeli olmuĢ ve onu baskı altına almak zorunda kalınmıĢtı. Ordunun yeni baĢtan düzenlenmesine baĢlanmıĢ, fakat ülkeye çağrılan eğitim uzmanları hiçbir iĢ yapamaz hale sokulmuĢ, bunların çalıĢmaları -pek az istisnayla- çıkmaz yollara saptırılmıĢtı. Eğitim amacıyla yabancı ordulara gönderilmiĢ subayların öğrendiklerini değerlendirmelerine izin verilmiyor ve dönüĢlerinden sonra da hepsi imparatorluğun ücra bölgelerine sürgün ediliyordu. Bir donanma meydana getirilmiĢ, sonra bu donanma limanlarda paslanmaya terk edilmiĢti; gemilerin denize açılması, Avrupa'yla yakın temasa geçilmesine yol açabilirdi. Oysa Batılı düĢüncelerin ülkeye girebileceği bütün kapılar sımsıkı kapatılmalı, bütün delikler tıkanmalıydı. Herhalde padiĢah da yüreğinin derinliklerinde bütün bu çabaların boĢuna olduğunu, düĢüncelere karĢı savaĢta her zaman güçsüz kalacağını sezmiĢ olmalıdır. Bu güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, mizacındaki kuĢkulanma eğilimini yıllar geçtikçe patalojik bir evham haline sokmuĢtu. Bunalan ruhunda bir patlama olmasından kaygılanması, peĢini bir türlü bırakmayan bir korkuya dönüĢmüĢ, yüreğini karartmıĢ, kendisinde bulunan üstün zekâ, beceriklilik ve yorulmak bilmez çalıĢma gücü gibi yüksek yetilerini sekteye uğratmıĢtı. Ġki padiĢahtan sonra tahta çıkıĢı sırasındaki koĢullar, içinde silinmez izler bırakmıĢtı. Gözden düĢen ya da kamuoyuyla çatıĢan hükümdarı bertaraf etmek, Osmanlı Ġmparatorluğu'nda öteden beri yapılagelen bir iĢti. Niye ona da benzeri bir yazgı hazırlanmasındı? Nitekim bazı sabahlar Yıldız KöĢkünün duvarlarına geceden Jön Türklerin yapıĢtırdığı yaftalar bulunuyordu, bunlarda Abdülhamit'in tahttan indirilmesi isteniyor, eğer kısa zamanda bu yapılmazsa, kendisinin öldürüleceği bildiriliyordu. Bu kadar iyi korunan sarayının ulaĢılmaz inzivası içinde dahi, onun böyle rahat yüzü görmemesine ĢaĢmamak gerekir. Her gece yatak odasını değiĢtiriyordu, yatağı da hiçbir zaman aynı yerde durmuyordu; ancak birkaç yakını sarayın karmaĢık labirenti içinde padiĢahın nerede bulunduğunu bilirdi. Yemekler kendisine mutlaka kapalı ve mühürlü kaplar içinde getirilirdi; yemeklere de ilkin yanındakilere tattırdıktan sonra el sürerdi. Ondaki bir suikasta uğramak korkusu bazen gülünç durumlara da yol açıyordu. Bir defasında, biraz deliĢmen ve Jön Türk yanlısı tanınan Fuat PaĢa huzura çıkmıĢtı. Töre gereği üç defa eğilerek padiĢaha yaklaĢırken, ayağı kılıcına takılıp öne doğru tökezlemiĢ; bunu bir saldırı sanan padiĢah, yanından hiç eksik etmediği tabancasını çektiği gibi ateĢ etmiĢ, bereket versin paĢa ciddi Ģekilde yaralanmamıĢtı. Münzevi hükümdar her Ģeyden ve herkesten kuĢkulanıyordu, bunda da pek haksız değildi, çünkü hasımları kollarını en yüksek mevkilere kadar uzatmıĢ bulunuyorlardı. Ne var ki hiçbir tehdit, -bir cuma selamlığı töreninde atılan gibi- hiçbir bombalı suikast giriĢimi ve kendi hayatı hakkında duyduğu sürekli kaygılar onu yolundan döndüremiyor, aksine aynı doğrultuda daha inatla, daha sebatla, daha ısrarla yürümesine neden oluyordu. Her alanda gözetim, denetim ve zihinleri dıĢarıya karĢı kapalı tutma sistemi, bir örgütün kurulmasını da zorunlu kılmıĢtı; bu örgüt yıllar geçtikçe büyüyecek dev bir kuruluĢ haline gelecektir. ĠĢkilli padiĢah, halkın arasında neler olup bittiğini bilmek istediği gibi, tek tek herkesin kalbinden neler geçirdiğini de anlamak istiyordu. Bunun için gözlere, evlerin duvarlarını delip içerisine bakabilecek gözlere ihtiyacı vardı. Böylece yavaĢ yavaĢ bir hafiyeler, casuslar, ispiyonlar ordusu doğdu. Bunlar her yerde, her zaman hazır ve nazırdılar. Sokakta dilenci olup dikilirler, rıhtımlarda gözlerini denize attıkları oltadan ayırmayan balıkçılar olurlar, en kibar evlerde süslü giysiler içinde uĢaklık ederlerdi. Ġnsan bir Ģeyler anlattığı en yakın dostundan bile emin olamazdı. Kimse kimseye güvenemiyor, herkesin kafasında bir ''acaba'' sorusu çörekleniveriyordu. Türk kahvehanelerinden birine tanımadıkları bir adam girmeye görsün, herkes zaten yavaĢ sesle yürüttüğü sohbeti kesip susardı; konuĢmaların yeniden baĢlayabilmesi için, öncelikle bu yeni gelenin, sarayın hafiyelerinden biri olup olmadığının anlaĢılması zorunluydu. www.kuyruksuz.com
  • 14. www.kuyruksuz.com Her gün adını ''curnal'' denilen raporlardan bir sepet dolusu Yıldız KöĢkü'nden içeri girerdi. Raporuna yazacak Ģey bulamayanlar, uygun bir Ģey uydurmaktaydılar. Her habere karĢılık çok iyi para ödeniyordu. Bu konuda padiĢah ''Ġsterlerse benden çalsınlar, yeter ki sadece hizmet etsinler'' diyordu. Nitekim onun hizmetinde bulunanlar bir servet sahibi olabiliyordu. Sultan parayla ve zengin armağanlarla yandaĢlarının sadakatını garanti altına almak istiyordu. Her despotlukta olduğu gibi, onun da çevresinde bir saray kliği, her dediğini onaylayan kuklalardan bir grup meydana gelmiĢti. Bunların hepsi gizli polisin baĢı Fehim PaĢa tipinde vicdansız, dayanılır ölçülerin çok ötesinde aç gözlü, herkesin nefret ettiği, berbat kiĢiler değildi. Ġstanbul'un bu korkunç adamdan kurtulmasını sağladığı için, Alman Büyükelçisi MareĢal von Bieberstein, o güne kadar kamuoyunun kendisinden esirgediği sevgiyi kazanmıĢtı. Fehim PaĢa bir Alman tüccara karĢı yasadıĢı iĢlemlere kalkıĢınca, MareĢal bütün ağırlığını ortaya koyarak paĢanın cezalandırılmasını istemiĢ ve padiĢahın bu gözdesi bütün haremiyle birlikte Bursa'ya sürgüne gitmek zorunda kalmıĢtı. PadiĢahın yakın çevresinde üstün yetenekte kafalar da vardı; Suriyeli kurnaz tilki Ġzzet PaĢa ile gerçekten karakter sahibi olan, sarayın geniĢ yetkili genel sekreteri Tahsin PaĢa bu nitelikte kiĢilerdi. Abdülhamit elbette ki çevresine sadece değeri sıfır kimseleri toplayacak kadar alık değildi. Her dilekçenin, elde edilmek istenen her ayrıcalık isteminin en yüksek kiĢiye ulaĢan yolu bulabilmesi için, yüklüce bahĢiĢlerle yağlanması eskiden beri kökleĢmiĢ bir gelenekti. O zamanlar Avrupa ülkesi Rusya'da da durum bundan pek farklı değildi. Gizli yardımcı güçlerin binlercesine yapılan ödemeler, verilen ödüller ve sadıkane hizmetlere karĢılık gösterilen cömertlikler, elbette ki tutarı yüksek rakamlara varan bir paraya mal oluyordu. Buna eldeki parayı hovardaca harcayıp hesaplı kullanamamak gibi Türklere özgü özelliğin Abdülhamit'te çok belirgin Ģekilde bulunuĢu da ekleniyordu. Maliye periĢandı, kasalar boĢ kalmıĢtı. Yabancı sermayenin gelmesi zorunluluğu doğmuĢtu. Gelgelelim Paris ve Londra'nın bankerleri Osmanlı devletine güvenemiyorlardı. Bunlar tatlı paracıklarını ancak devletin maliyesini de kontrol altına alırlar, vergilere ve gümrük gelirlerine peĢin haciz koyarlarsa verebileceklerdi. Böylece ''dette publique'' Düyunu Umumiye kuruldu. Yabancı ülkelerin Türkiye'de gerçekleĢtirdikleri borçlar yönetimiydi bu, Türkler için haysiyet kırıcı bir durumdu; bir yardımdan çok, iĢleri daha da karmaĢıklaĢtırmak için bir bahaneydi. Postaneler çok sıkı gözteleniyordu. (Gizli haberleĢmeler için bereket versin, yabancı postanelerin kapitülasyonlar gereği dokunulmazlıkları vardı ve bu ayrıcalıklarını da titizlikle koruyorlardı). Telefon kurulmasına izin verilmeyen bir haberleĢme aracı sayıldığından Ġstanbul'da yasaktı. Basına çok katı bir sansür uygulanıyordu. Bu da kimi zaman umulmadık sonuçlar doğurmaktaydı. Bazı Ģeyler basında yer alamazdı, örneğin bir hükümdarın suikast sonucu öldüğü haberi asla verilemezdi; bunun yerine sadece öldüğü yazılırdı. Nitekim Lucchenis cinayeti dolayısıyla da haber ''Ġmparatoriçe Elisabeth Cenevre'de öldü'' diye verilmiĢti. Yalnız burda bir sonraki cümle sansürün gözünden kaçmıĢ ve yukarıdaki habere bağlı olarak herkes Ģu cümleyi de okumuĢtu: ''Olay bütün Avrupa'da genel bir infial uyandırmıĢtır.'' *** Fakat bunca hesaba gelmez giderlere mal olan, bu kocaman haberalma aygıtını iĢletmek aslında bir iĢe yaramıyordu. Görüldüğü üzere komplolar, baskı rejiminin örtüsü altında pıtrak gibi çiçeklenmekteydi. Suçlu genç subaylar demir parmaklıklar ardına konalı birkaç hafta geçmiĢti. Tek tek kapatıldıkları hücrelerinden Yıldız KöĢkünün sağır duvarlarını seyredebiliyorlardı. Böylesine bir durumda insanı gerçekten ürküten bir manzaraydı bu. Durumları hiç de iç açıcı değildi. Gizli eylemleri konusunda yığınla kanıt eldeydi; kaçamak yollara saparak kem küm etmenin artık yararı olamazdı. Bekleyebilecekleri en hafif ceza ordudan kovulmalarıydı, kaç yıl süreceği kestirilemez bir zaman için ortadan kaybedilmeleri de olasıydı. Genel müfettiĢ Büyük Ġsmail PaĢa soruĢturmayı bizzat yönetiyordu. Ona göre olay çok vahimdi. Orduya artık güvenilmezse, isyan ruhu ordunun içine bile girmiĢse, devletin hiçbir dayanağı kalmamıĢ demekti, bu da sonun baĢlangıcı olurdu, bu açıdan paĢa hiç de haksız değildi. Bu yoldan padiĢahı etkilemeye uğraĢıyor ve suçluların baĢkalarına ibret olacak Ģekilde cezalandırılmasını istiyordu, bir yandan da Harp Okulu Komutanı Rıza PaĢa'nın daha önceden gerekli gözetimi yapmadığını da ima etmeye çalıĢıyordu. Eski hasmının nüfuzunu kırma fırsatını öteden beri hep arayıp durmuĢtu zaten. www.kuyruksuz.com
  • 15. www.kuyruksuz.com Böylece aylar geçti. Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım Ġstanbul'a koĢup gelmiĢti. Fakat ona oğlunu göstermediler, türlü korkuların ağırlığı altında ne olacağını beklemek, hep beklemek zorundaydı. ''ĠĢte o zaman'' diye anlatır Mustafa Kemal, ''çok ağlamaktan gözlerinin görme gücü azalmaya baĢladı.'' Bu sırada Yıldız KöĢkü'nde sessiz bir savaĢ cereyan etmekteydi. Rıza PaĢa nasıl bir tehlikenin kendisini beklediğini biliyordu. Özenle saklamaya çalıĢtığı liberal görüĢlerine rağmen, efendisinin sevgisini kazanmıĢ bulunuyordu. Abdülhamit'in ona ihtiyacı vardı, hem de yine Ġsmail PaĢanın gözetimi için ihtiyacı vardı; insanları böyle karĢılıklı birbirlerine kollattırmak, vehimlerle dolu bu hükümdarın öteden beri baĢvurduğu bir yöntemdi. Rıza PaĢa eski öğrencilerini savundu ve onların sadece gençliğin verdiği düĢüncesizlikle böyle bir çılgınca budalalığa saptıklarını ileri sürdü. Ordu böyle çok iyi yetiĢmiĢ subaylarından yoksun bırakılamazdı; zaten bu olay yüksek rütbe ve yetki sahibi bazı kimselerin, ordu içinde kendilerine yandaĢlar kazanmak için çalıĢtıkları izlenimi vermekteydi. Abdülhamit birbirine çelme takmaya uğraĢan bu karĢılıklı çabalara içinden sevinmiĢ olabilir. Ordunun üst düzey komutanlarının birbirleriyle böyle çatıĢması onu memnun ediyordu; bu geçimsizlik onların tahtı tehdit edecek Ģekilde birleĢmelerini engelliyordu; çünkü amcası Abdülaziz böylesi bir birleĢmeyle düĢürülmüĢtü. Her iki generali de incitmeden, ama birini diğerine tercih ettiği izlenimini de vermeksizin, majesteleri oldukça bağıĢlayıcı ortalama bir çıkar yol buldu. Kısa bir süre sonra padiĢahın iradesi yayınlandı; bunda suçluların geri dönmelerini olanaksız kılacak Ģekilde uzak yerlere sürgün edildikleri bildiriliyordu. Yirmi dört saat sonra da Mustafa Kemal, muhafaza altında, kendisini atandığı yere götürecek olan vapura bindirildi. Biraz uzaktan, yüzünü örtmüĢ olarak annesi onu izlemekteydi. Oğluyla vedalaĢmasına izin verilmemiĢti. Uzun zaman kıyıda durup kaldı, bu sırada vapur, bütün yolcuların tanıdığı ve bugün oğlunun bronz bir heykelinin bir zamanlar sultanların bahçesi olan yerde, yeĢillikler arasında yükseldiği Sarayburnu'nu dönüp gözden kaybolmuĢtu. Sekiz gün süren bir yolculuktan sonra vapur Beyrut'a vardı ve genç kurmay yüzbaĢı atandığı garnizona gitmek üzere ġam yolunu tuttu. Suriye'nin eskiden beri ünlü bu baĢkenti düz bir çukur vadide uzanır; çepeçevre dört bir yanı cenneti andırır bahçelerden bir çelenkle kuĢalıdır; bu güleryüzlü yeĢilliğin ortasında camilerin renk renk çinileri ıĢıldar; bütün bunların üzerinde ıĢıltılar saçan masmavi bir gök kubbe vardır. Bir zamanlar Arapların dünya imparatorluğunun ilk parlak çağında, Emeviler görkemli saraylarını burada kurmuĢlar, kenti bir yandan silâh Ģakırtıları doldururken öte yandan burayı bir bilim merkezi, güzel sanatların çok geliĢtiği bir yer yapmıĢlardı. Halifelerin daha sonraki baĢkenti, Harun ül-ReĢid'in ünlü Bağdat'ı önemini yitirip yoksulluğun kucağına düĢerken, ġam kenti yüzyıllar boyu hep geliĢmiĢti. Bir zamanların kudret ve görkeminin tanıkları hâlâ sapasağlam ayaktaydı; geçmiĢinden gurur duyan bir halkın emelleri burada örülüyor, umutları burada boy atıyordu. Suriyeli zengin iĢadamlarının konaklarında dillerde dolaĢan yeniden canlandırılacak büyük Arap Ġmparatorluğu düĢüncesiydi. Burada eski büyük bir kültürün doruklarından aĢağıya, Türk fatihlere küçümsercesine bakılıyor, ancak bir yandan da onlara yaltaklık edilmesi de unutulmuyordu. Bütün Müslümanlar birleĢmeliydi, elbette; fakat bu birleĢme, eskiden olduğu gibi Arapların önderliği ve bir Arap halifenin bayrağı altında olmalıydı; buna layık olan da, uygarlaĢmaları bile bir ölçüde Ġslâmiyet sayesinde gerçekleĢmiĢ bulunan Asyalı istilacılar değil, Araplardı. Çöllerdeki bedeviler, bu ebedi kentin görüntüsünü, kalplerinde geleceği müjdeleyen bir hayal olarak korumaktaydılar. Bu bedeviler arada sırada bir patırtı, bir gürültü ayaklanırlar, o zaman Türk ordusunun bezdirici, fakat gevĢek baskısını sarsmak için cesurca, hatta umutsuzca saldırılara kalkıĢtıkları bile olurdu. Ancak böyle bir iĢe de ister istemez kendilerine verilmiĢ ve kıskançlıkla korudukları özgürlüklerinden, atalarının töresine uyarak oymaklar arası sonu gelmez vuruĢmalarda bitkin düĢmek için yararlanmadıkları zamanlar giriĢirlerdi. Güneyin bu çok hareketli merkezi, gerçekten rahat bir sürgün yeri sayılabilirdi; aslında burası kurnazca bir amaçla seçilmiĢti. Mustafa Kemal ve arkadaĢları gibi siyasal bakımdan kabına sığamayan gençler, burda giriĢim enerjilerini devlete daha çok hizmet edecek bir tarzda harcayabileceklerdi. Arap illerinde hiçbir zaman tümüyle sona ermeyen, fakat son günlerde de hayli sıklaĢmıĢ bulunan ayaklanmalardan biri yine baĢlamıĢtı. Bu sefer sıra Havran Dürzîlerindeydi; bunlar kökenleri tam bilinmeyen bir halktı, sırlarla dolu bir dinleri vardı, Müslümanlığın Hristiyan eğilimli bir çeĢidiydi bu. Feodal beyleri, oymak Ģeyhleri daha www.kuyruksuz.com
  • 16. www.kuyruksuz.com üstün bir otoriteye boyun eğmekten hoĢlanmıyordu ve krallar gibi yürütmek istedikleri baĢına buyrukluklarıyla ket vurmaya kalkıĢılınca, her seferinde hemen ayaklanıyorlardı. Mustafa Kemal bir süvari alayına verildi; asilere karĢı düzenlenen cezalandırma seferine katıldı. Böyle seferlerde yapılan küçük savaĢlar çok yorucu oluyor, üstelik pek az ün kazandırıyordu, fakat askerlik sanatının türlü uygulmaları öğreniliyor ve insanı kurĢunların vızıldamasına alıĢtırıyordu. Birkaç ay boyunca Suriye ve Filistin'de, Halep'ten aĢağılarda Kudüs'e kadar, oradan oraya dolaĢıldı, çünkü baĢka bedevi oymakları da Dürzîler gibi kavranmak eğilimi göstermiĢlerdi. Ülkedeki düzene karĢı bir kimse için, bu ilk savaĢ deneyimlerinden daha da önemlisi, ordan oraya dolaĢıldığı sırada Abdülhamit memurlarının yönetim tarzına iliĢkin edinilen izlenimlerdi. Ġllerde tam yetkili efendi valiydi; imparatorluğun bu padiĢah vekilleri bir hükümdar gibi yaĢamaktaydılar. Haremleri için güzel Çerkez kızları, ahırları için saf kan Arap atları ve hükümet binaları içni de kıymetli Acem halıları satın alıyorlardı. Güzel vakit geçiriliyordu. GüneĢin batmasına yakın bir saatte, yardımcıları ve dostları valinin konağında, bir bakır sininin etrafında ülkenin geleneksel aperatifi ''rakı''yı içmek için toplanıyorlardı; sininin üstü ayrıca çeĢit çeĢit bol baharatlı mezelerle donatılmıĢ oluyordu. Ġçiliyor, mezelerden biraz alınıyor, sigaralar tüttürülüp Ģundan bundan sohbet ediliyordu. Daha sonra da, zamanı gelince, ekselans vali ellerini çırpınca, uĢaklar asıl yemekleri getiriyorlardı: Oh, oniki çeĢit yemeğin arkasından bol Ģerbetli tatlılar veriliyordu. Sonra da kahveler içiliyor, sohbete devam edilirken yine bir hayli sigara tüttürülüyor, derken hareme geçilebilecek kıvama geliniyordu. Gündüzleri geç saatlere kadar uyunuyordu, öğleden sonra iki, üç saatli bir zaman hükümet iĢlerinin bitirilmesine yetmekteydi. GüneĢ ufka doğru kaymaya baĢlar baĢlamaz, vefalı dostlar yine bir araya geliyordu. Daha alt derecede bölge yöneticileri olan mutasarrıflar ve kaymakamlar da, büyüklerin örneğine uyarak, kendi olanakları ölçüsünde aynı Ģeyi yapmaktaydılar. Böyle olmakla birlikte yönetimin yürütülmesinde herhangi bir beceriksizlik ya da akılsızlık yoktu. vali paĢa insanlara nasıl davranılacağını çok iyi biliyor ve halkın özelliklerine saygı gösteriyordu. Kendisine kafa tutulmadığı sürece güleryüzlü, iyi kalpli bir beyefendiydi; herkesi nezaketle kabul eder; ortaya çıkan anlaĢmazlıkları gülümsemeyerek tatlı diliyle çözümlemesini bilir ve Ģikâyetleri dostça bir sabırla dinlerdi. Yeter ki kusurların düzeltilmesi için ısrar edilmesin. Bu arada yollar çökmüĢ, köprüler yıkılmıĢ, ormanlar kaybolmuĢ, limanlar kumla dolmuĢ, ülke ıssızlaĢmıĢtır. Böylesi kaygı verici durumlar vali paĢa hazretlerine arzedilince, bunların kendisini ilgelendirmediğini söylemekle yetinecektir; onun görevi sadece düzeni korumak ve vergi toplamaktır. Hem olağanın dıĢındaki haller için elde hiçbir padiĢah iradesi de yoktur. Küçük savaĢlar sona erince genç kurmay yüzbaĢı, Abdülhamit'e karĢı gizli savaĢını daha derin bir inançla yeniden yürütmeye koyuldu. Yafa, Kudüs, Beyrut ve ġam komutanlık karargâhlarında kendisiyle aynı görüĢte yeterince arkadaĢ vardır. Bunlar Kemal'in inandırıcı telkinleriyle iĢbirliği yaptılar. Plânları Filistin ve Suriye'nin her yanında devrimci hücreler oluĢturmaktı. Fakat bu plân yerinde saydı, gizli dernek ön-ayak olanlardan ibaret kaldı. Arap halkının milliyetçi bir Türk hareketinden yana olmadığı çok geçmeden açıkça anlaĢıldı. Daha sonra devleti yönetecek olan genç subay bu olgudan gerçekçi sonuçlar çıkarmıĢtır. Makedonya'ya dönmek arzusu gittikçe ağırlık kazanmaktaydı. Orda bulunan 3. Orduda -yapılan gözetime ve alınan bunca önleme rağmen- ordunun bütün ilerici elemanları yavaĢ yavaĢ bir araya gelmekteydi. Selânik siyasal açıdan dindaĢların Mekkesi olmuĢtu. Fakat bu mayalanma merkezine, sürgün kararına rağmen atanmak isteyen, öncelikle yüksek rütbeli bir kayırıcı bulmak zorundaydı. Selânik'de topçu generali ġükrü PaĢa vardı, hem padiĢahın gözüne girmiĢti, hem de ateĢli bir yurtseverdi. YüzbaĢı Kemal ona bir mektup yazdı, görüĢmelerini açıkça belirtip arzu ettiği nakil iĢinde yardımını rica etti. Haftalar geçiyor, hiçbir cevap gelmiyordu. Sonunda bir öğle vakti, garnizonunda görevli bulunduğu Yafa'da kıĢladan çıkarken tanımadığı biri eline bir pusula tutuĢturdu, kâğıtta Ģunlar yazılıydı: ''Selânik'e gelmeye çalıĢ, orda destek bulacaksın.'' Bu lakonik ve belirginlikten yoksun haber, nice zamandır bekleyen isteğe çarçabuk kesin bir biçim verilmesine yetti. Bir, iki gün içinde gerekli hazırlıklar tamamlandı; arkadaĢları paraca yardımda bulundular; Yafa Komutanı BinbaĢı Ahmet Bey, sürgünün garnizonda bulunmadığı farkedilecek olursa, tam zamanında haber vereceğini vaat etti. Böylece Mustafa Kemal Avrupalı turist kılığına girerek Mısır-Yunanistan üzerinden gizlice Selanik'e gitti. Daha kente vardığı günün akĢamı, geç vakit ġükrü PaĢayı ziyaret etti. www.kuyruksuz.com
  • 17. www.kuyruksuz.com PaĢa, sürgün subayı karĢısında görünce biraz ĢaĢırdı; yollamıĢ olduğu kehanete benzer direktifiyle usulüne uygun bir atamayı kasetmiĢti. Garnizondan bu Ģekilde hodbehot uzaklaĢmak kendisinin uygun göreceği bir davranıĢ olamazdı; üstelik bazı nedenlerle hiç istemediği bazı soruĢturmalara da yol açabilirdi. Bu bakımdan genç subay için yapabileceği hiçbir Ģey yoktu. Bu sırada yeni tanıdığı genç subayı iyice gözden geçirmiĢti; ondaki gözüpeklik ve düĢüncelerini en belirgin, en apaçık tarzda dile getiriĢi hoĢuna gitmiĢ olmalıdır. Bununla birlikte kendisine derhal geri dönmesini öğütlemeyi de unutmadı. Selanik'e büyük umutlarla gelmiĢ olan genç subay hayal kırıklığına uğramıĢtı, çok daha etkin bir destek göreceğini sanmıĢtı. Ancak yine de geçici bir süre için Selanik'te kaldı; kendi baĢına Suriye'deki gibi bir dernek kurmayı düĢünüyordu; bu amaçla yandaĢ kazanma çabalarına giriĢti. Fakat sanki görünmeyen bir güç kendisine engel oluyor gibiydi. GörüĢtüğü kimseler çekingen darvanıyor, kaçamaklı cevaplar veriyor, gerçek rengini belli etmekten kaçınıyordu. Bu arada Mustafa Kemal gizlice gözetlendiğini de hissetmiĢti, türlü sorularla kendisini yoklayıp sınıyorlardı. Sonunda muammanın çözümünü buldu. Yakınlık kurduğu eski bir okul arkadaĢı, günün birinde ona sırrı açıkladı, ''örgüt'' kendisini üyeliğe kabulünü uygun görmüĢtü. Genç devrimci daha sonra ün kazanacak olan Ġttihat ve Terakki komitesinni varlığını ilk kez böyle iĢitti. Gizli Jön Türk birliklerinin en güçlüsü olan bu örgüt Paris'te kurulmuĢtu ve merkezi de ordaydı. Kendiliklerinden ya da darda kalarak sürgün hayatına itilmiĢ Türkler, Fransız baĢkentinde kuvvetli bir grup oluĢturmuĢlardı; bunlar çoğunlukla yazarlar, gazeteciler, eski öğretmenler ve üniversite öğrencileriydi, yani devlet iĢlerinin yürütülmesinde hiçbir uygulama deneyimi bulunmayan kimselerdi, ancak görüĢlerinde ve eğilimlerinde çok aĢırıydılar. Manevi donanımları Fransız düĢünürü Auguste Comte'un rasyonel pozitivizminden kaynaklanıyordu. Kendilerine tutarlı merkeziyetçiliğiyle Fransız demokrasisini model almıĢlardı; siyasal silâhlarını büyük Fransız devriminin tarihinden çıkarmaktaydılar; inançları o günlerde Avrupa'da henüz sarsılmamıĢ geliĢim düĢüncesinden besleniyordu. Bu düĢünceye göre, her Ģeye gücü yeten akıl, insanlığın sürekli ilerlemesini sağlamaktaydı. Grubun önderi Ahmet Rıza Beydi; vakur, kibar görünüĢlü bir adamdı; hem zeki, hem de çok geniĢ kültürlüydü, fakat yurdundan uzun süre uzak kalıĢı yüzünden halkının karakter özelliklerini doğru değerlendirmek yetisini yitirmiĢ bulunuyordu; Batı modelini tıpatıp ülkesine aktarmak istiyordu; çok bilgili olmak duygusu içinde fazla kibirliydi ve çarçabuk nobranlaĢan bir hoĢgörüsüzlüğü vardı. Kesin görüĢleri, radikal programı, hızlı propaganda çalıĢmaları sayesinde Paris komitesi yavaĢ yavaĢ üstünlük kazanmıĢ ve Jön Türk hareketinin manevi baĢı olmuĢtu. Grubun organı ''MeĢveret'' gazetesi çok sayıda basılıp yabancı postaneler kanalıyla Ġstanbul'a sokuluyor, ordan da bütün ülkeye gizlice dağıtılıyordu. Propaganda bildirileri ve program yazıları da aynı yoldan ülkeye girme olanağı buluyordu. Daha küçük, ikinci bir grup da Abdülhamit'in yeğenlerinden biri olan Prens Sabahattin'in önderliğinde Berlin'de üstlenmiĢti. Bunlar ılımlılarda; Jön Türklerin sağ kanadıydı; çoğunluğunu eski nazırlar ve yüksek dereceli memurlar oluĢturuyordu, yani siyasal deneyimleri vardı, fakat apaçık bir programdan yoksundular. BaĢlıca düĢünceleri Almanya modeline uyularak, yönetimde gerçekleĢtirilecek geniĢ bir çok merkezciliğin - ademi merkeziyetçiliğin Türkiye'ye uygulanmasıydı. Osmanlı Ġmparatorluğu'ndaki çeĢitli halkların ve ırkların, Alman federal devleti tarzında bir uzlaĢma ortamı içinde birleĢtirilmesini amaçlıyordu. Paris komitesinin karĢısında Berlin grubu hiçbir etkin rol oynayamamaktaydı. Siyasal alanda gerekli olan etkileme gücünden yoksundular; üstelik belirsiz görüĢleri de yurttaĢlarına tüm yabancı gelmekteydi. Nesiller boyunca Fransız düĢüncesini benimsemiĢ aydınların çoğu, siyasal inanç öğretileri bakımından Batı Avrupa'nın tutarlı demokrasisinin çekim alanı içinde bulunuyordu. Prens Sabahattin grubu ancak daha sonraları, muhalefete itilip ''liberal'' partinin çekirdeğini oluĢturdukları zaman önem kazanacaktır. Fakat asıl devrimci potansiyle ve itici güç yine ülkede, çeĢitli kentlerdeki yerel komitelerdeydi. Bunların içinde en çok da Selânik komitesi etkili olmaktaydı. Bir kısım din adamlarıyla bazı memurlar da bu örgütteydiler; kendi gayretiyle posta dağıtıcılığından telgraf memurluğuna yükselip, daha sonra da sadrazam olan Talat PaĢa bunlardan biriydi. Ama asıl ağırlık aydın subaylardaydı; bunlar sayesinde ordu, dolayısıyla en güçlü iktidar aracı ele geçirildiğinden, karar ve sonuç üzerinde etkili olacak kesimi oluĢturuyorlardı. Bu subayların büyük kısmı, pek saygın bir kimse olan General von der Goltz gibi Alman eğiticilerin yönlendirdiği askeri okullardan yetiĢmiĢ, hatta birkaç yıl Almanya'da da hizmet görmüĢlerdi. Enerjileri, inatçı kararlılıkları, metot sahibi www.kuyruksuz.com
  • 18. www.kuyruksuz.com oluĢları ve örgütleyici ruha sahip bulunuĢları kuĢkusuz bundan ileri geliyordu. Ancak devlet teorileri ve siyasal savaĢın düĢünsel donatımı bakımından tümüyle Fransız zihniyetine göre yönlenmiĢ Paris komitesine bağlıydılar. Böylece birbirinden farklı iki kaynaktan beslenerek, Jön Türklerde baĢlangıçtan itibaren, belli bir ikilik meydana geldi; bu ikilik daha sonraları iktidara geçtikleri zaman askerlerle hükümet yöneten ''siviller'' arasında kesin bir zıtlıkla ifadesini bulacaktır. Bu yerel komiteler propaganda eyleminin asıl yükünün üstlenmiĢlerdi: iĢlerini de olağanüstü bir dikkate yürümet zorundaydılar, çünkü padiĢahın her yanda gözü, kulağı vardı ve bol keseden armağan edilen altınların parıltısı da son derecede baĢtan çıkarıcıydı. Gizli çalıĢmak konusunda Mason locaları, özellikle de Selânik'de bulunan Ġtalyan Büyük Doğu Locası çok elveriĢli bir paravana oldu. Liberal Mason localarında moral destek buldular; toplantılarını onların casus gözlerine kapalı odalarında yaptılar; birçok yandaĢları zaten masondu; yenilerini de bu yoldan kazandılar; örgüte alınacak adayın seçiminde sınava yöntemi kullanılıyor ve masonların gizli yürütülen haberleĢme kanalları sayesinde Ġstanbul'la, hatta padiĢahın sarayının içindekilerle sürekli bağlantı sağlanıyordu. Örgütlenmede mason locaları model alınmıĢtı. Örgüte kabul edilme uzun uzadıya sınamalar ve bir hayli süre gözetlenmeden sonra olabiliyordu. Yeni birini örgüte sokan kimse, onun güvenilir kiĢi oluĢuna kendi hayatını ortaya koyarak kefil olmak zorundaydı. Yüksek düzeydeki yöneticiler karanlıkta kalmaktaydılar. Komitece verilecek direktiflere kayıtsız Ģartsız uyulması gerekiyordu. Üyeler Kuran'a el basarak ant içmek suretiyle örgüte bağlanmıĢlardı, ihanet edenler gizli mahkeme önüne çıkarılırdı. Mustafa Kemal'in bu örgütte yüksekçe mevkilere çıkmıĢ olması ihtimali pek Ģüpheli görünüyor, kendisi de bu konuda bir Ģey söylemekten kaçınmıĢtır. Fakat Ģurası kesindir ki, o günden itibaren kendi baĢına bir Ģeyler yapmaktan kaçınmıĢ ve bu büyük örgüt içinde yardımcı olmaya çalıĢmıĢtır. Ancak tüm çalıĢmalarında geri plânda kalmaya dikkat ediyordu; ortalıkta fazla görünmemeliydi; giriĢtiği kötü siyasal eylem henüz hatırlardaydı; komiteden kendisi için bir Ģeyler yapmasını umuyor ve bekliyordui. Sonunda Ġstanbul, gelmesi yasak edildiği halde Selânik'te bulunduğunu haber aldı ve derhal tutuklanmasını emretti. Komutanlık emir subayı, daha sonra içiĢleri bakanı olacak olan Cemil Bey tutuklama iĢinin en fazla iki gün daha ertelenebileceğini ona bildirdi. Bu durumda bir an önce yola çıkmak, uzun fakat güvenli yoldan Yafa garnizonuna dönmek gerekiyordu. Ne var ki tutuklanma emri Yafa'ya da gelmiĢti. BinbaĢı Ahmet Bey onu gemide karĢıladı, üniforma ve diğer donatım için gerekli Ģeyleri yanında getirmiĢti; hiç durak yapmadan yolculuk devam etti. Hafiyelerden sıyrılabilmek için tek bir çıkar yol vardı: Bir süreden beri Türkiye ile Mısır-Ġngiliz hükümeti arasında bir sınır anlaĢmazlığı sürüp gitmekteydi. Uzağı görne Ġngilizler, korumaları altındaki ülke adına bütün Sina yarımadasından baĢka, Kızıldeniz'in kuzeydoğu ucundaki Akabe limanı ve kenti üzerinde de hak iddia ediliyorlardı. Burası Arap dünyasının orta kesimi için bir giriĢ yeriydi. Türkiye ise stratejik açıdan Akaba'yı elinde tutmak istiyordu. Ansızın yapılabilecek bir saldırıyı önlemek amacıyla da oraya birlikler sevketmiĢti. Kemal doğruca burdaki birliğin karargâhına gitti ve ülküdaĢı olan arkadaĢı Lütfi Beyin emrinde bir birliğin komutasını üstlendi. Bu sırada Yafa komutanı da Ġstanbul'a YüzbaĢı Mustafa Kemal'in izinsiz görevinden ayrıldığı yolundaki söylentinin bir yanılgıdan kaynaklanmıĢ olması gerektiğini, kendisinin birkaç aydan beri Sina cephesinde Bir-Seba'da bulunduğunu bildirdi. Doğrudan doğruya Bir-Seba'daki komutana, yani Lütfi Beye durum sorulunca, o da Yafa komutanının bildirdiklerini doğruladı. *** Akaba anlaĢmazlığı Türklerin lehine çözümlendi, kent ve liman onlarda kaldı. Mustafa Kemal de - geleneğe göre Hazreti Yakub'un oğlunu ziyaret için Mısır'a gitmek üzere yola çıktığı yer olan- Bir- Seba'dan ġam'a döndü. Bundan sonraki günlerde de daha kurnazca hareket etti, hiçbir eyleme kalkıĢmadığı gibi, adını nahoĢ biçimde hatırlatabilecek her Ģeyden kaçındı. Kendisi hakkında izin verilmemiĢ Ģeylerle uğraĢtığı kanısını uyandırabilecek hiçbir davranıĢta bulunmadı, mevcut düzenden hoĢnutsuzluğunu gösteren bir Ģey söylediğini de kimse iĢitmedi. Komutanları genç subayın büyük bir feragatla kendisini yalnızca askeri görevlerine adadığını ve gelecek için çok Ģeyler vaat eden bu kurmayın, artık gerçekten dikkati çekecek derecede ortaya çıkmıĢ olan yeteneklerini göstermesinde hiçbir sakınca bulunmadığını bildirdiler. Yıldız'daki büyük efendi, verilen sürgün cezasının umulan iyileĢtirici etkisini yaptığı kanısına varmıĢtı. Böylesine olumlu Ģekilde tezkiye edilen subay da kolağası rütbesine terfi ettirildi. www.kuyruksuz.com
  • 19. www.kuyruksuz.com Aradan bir yıl geçti. Bu süre içinde Makedonya komitesi, artık iyice yaklaĢmıĢ bulunan kesin karar günü için kullanılabilecek bütün güçleri safına çekmiĢ bulunuyordu. Resmen nakil yapılacağı yolunda ġam'a imada bulunuldu. Kulis arkasındaki çabalar olumlu sonuç verdi: Yaptığı baĢvuru uygun görülen Mustafa Kemal Selânik'de 3. Orduya nakledildi. Bu arada Balkanlardaki hava fırtına yüklü bulutlarla kararmıĢtı. Makedonya uzun zamandır Avrupa'nın bir türlü çözemediği bir sorun olmuĢtu. Duruma egemen olmak için harcanan bütün çabalar -çoğu kez dürüstçe davranıldığı halde- iĢleri sadece daha da karmaĢık duruma sokmuĢtu. Ortada öncelikle bir milliyetler sorunu vardı. Yarımadanın Türklerin elinde bulunan kesimi, hemen bütün Balkan halklarının temsil edildiği, âdeta bu konuda örnek diye gösterilebilecek bir bölge durumundaydı. 19. yüzyıl boyunca bu bölgenin çevresinde, Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan ayrılma bağımsız devletler kurulmuĢtu. Bu milli devletler tutarlı biçimde daha fazla büyüme çabasındaydılar. Bölgede bulunan soydaĢlarının yardımıyla Makedonya'yı topraklarına katmak istiyorlardı. Batıda Adriya Denizi'ne, güneyde Ege Denizi'ne sınır oluĢturan ülke, gerçekten istenmeye değer nitelikteydi; üstelik kuzeyde sıkıĢıp kalmıĢ devletlere, büyük çapta gerek duydukları denizlere açılma olanağı da vermekteydi. Bu devletler soydaĢları olan azınlık halkları kıĢkırtarak ve el altından destekleyerek Makedonya'da savaĢ örgütleri kurdurmuĢlardı, bunlar birleĢme yolunu açacak bölgesel özerklik için çarpıĢan çetelerdi. Böylece herkesin herkese karĢı yürüttüğü bir çeteler savaĢı sürüp gitmekteydi. Kuzeyden bastıran Slâvcılığa karĢı, güneyden Yunanistan savunma yapıyordu. Bulgar komitacıları Yunan Antharteslerine karĢı dövüĢüyor; Sırplar Bulgarlara kurĢun atıyor; Müslüman Arnavutlar dağlarından inip Hristiyan halkların tümüne karĢı savaĢıyordu. Soygun, yağma, adam kaçırma, cinayet her günkü olağan Ģeylerdi. ''Makedonya'da KarıĢıklık'' baĢlığı yıllardan beri Avrupa gazetelerinin ilk sayfalarında ikide bir yer alan, gedikli bir baĢlık olmuĢtu. Babıali bu durumu önlemekten acizdi. Reform isteklerine ciddi biçimde razı olamıyordu, çünkü milliyetler sorununda verdiği her ödün, -Doğu Rumeli ve Girit'te görüldüğü gibi- ayrılmaları kaçınılmaz duruma sokuyordu. Bir defasında kimsenin dinine, mezhebine bakmaksızın, enerjik biçimde önlemler almaya kalkıĢılmıĢ, o zaman da bütün Hristiyanlık dünyası din kardeĢlerimiz suçsuz yere baskıya uğruyor diye ayağa kalkmıĢtı. Durum gerçekten kangren hale geldiğinden, Avrupa devletleri asayiĢin doğrudan doğruya kendilerince sağlanmasını düĢündüler. Ġlgili büyük devletler, Avusturya ile Rusya, 1903'de Mürzsteg'de bir antlaĢma yaparak, Makedonya'da ortaklaĢa bir jandarma örgütü kurmayı kararlaĢtırdılar. Fransa ile Ġngiltere de onlara katıldı, Almanya sadece dolaylı biçimde yardımcı olmakla yetindi, Ġtalya ise sadece üst yönetimde görev aldı. Ne var ki bu uluslararası itfaiye de, tehlikeli yangın merkezini söndüremedi. Her baharla birlikte çetelerin savaĢı yeniden baĢlıyordu. Aslında hiçbir yararı bulunmayan yabancı jandarmanın, sadece Türkiye için onur kırıcı olması bakımından bir önemi vardı. Balkanlar yeni uyanan emperyalizmin çapraz ateĢi altına girince, durum daha da çapraĢıklaĢtı. 20. yüzyılın ilk beĢ yılı geride kaldığında, Avrupa politikasındaki büyük yön değiĢtirmeler etkisini göstermeye baĢladı. Ġngiltere kendi geniĢ sömürge imparatorluğunun her parçasını güvenlik altına almak üzere harekete geçti. Fransa'yla anlaĢarak Mısır'a karĢlık Fas'ı bıraktı. Bu oldu bittiyi izleyen Algeciras konferansında Almanya ilk diplomatik yenilgisine uğradı. Rusya ise Uzakdoğudaki yayılması Japonların zaferiyle kesildiğinden, yeniden batıya yönelmiĢ ve Balkanalarla Ġstanbul'a iliĢkin eski plânlarına dönmüĢtü. Ġngiltere geleneksel düĢmanını çabuk kazanmayı baĢardı. 1907 AntlaĢması yine Müslüman dünyasının sırtından her iki tarafın isteklerini göz önünde bulunduruyor ve birbirlerinin alanına girmelerini önlüyordu. O günlerde dünya politika sahnesinde baĢ aktör olan Ġngiltere Kralı Eduard VII. durup dinlenmeden baĢkentten baĢkente dolaĢıyor, büyük oyunun figürlerini yerli yerine koymaya uğraĢıyordu. Rusya'yla Ġngiltere dünyayı aralarında bölüĢtürmüĢlerdi, ikisinin sınır çizgisi üzerinde bulunan Yakındoğuda, öncelikle Orta-Avrupa devletlerinin geri itilmesi gerekmekteydi. Bunların baĢında topraklarını durmadan geniĢletmeye uğraĢan Avusturya, sonra da Almanya geliyordu. Almanya'nın Türkiye'yi ekonomik bakımdan fethetmeye baĢlaması ve Bağdat demiryolunu yapması, Ġngiliz plânlarını doğrudan doğruya aksatmaktaydı. Kral Eduard, Makedonya sorununu kendisi ele aldı. Büyük devletlerle ortaklaĢa yönetilen ülkede, Orta-Avrupa'ya karĢı bir çeĢit set oluĢturmak istedi; aynı zamanda -hedefine barıĢçı yoldan ulaĢmayı umduğundan- bu bölgeyi sürekli tehdit eden savaĢ tehlikesini de bu Ģekilde gidermeyi amaçlıyordu. Yabancı jandarma örgütünün ardından Avrupa'nın mali kontrolü geldi. PadiĢah www.kuyruksuz.com